3 Mart 2016 Perşembe

Güney Afrika Cumhuriyeti-Cape Town



Yol arkadaşım Sultan Üşenmez ile 2016 yılının ilk aylarında gerçekleştirdiğimiz Güney Afrika seyahatimizin ikinci durağı buraların en turistik şehri Cape Town. Cape Town’a gitmek için Johannesburg’tan Afrika Kıtası gibi oldukça renkli bir uçakla 3 saat kadar uçup, 1800 m rakımdan deniz seviyesine iniyoruz.
Güney Afrika Cumhuriyetinin yasama başkenti olan Cape Town Afrika Kıtasının neredeyse en güney ucunda yer alıyor. Uçakla yaklaşırken Masa Dağı (Table Mountain), Sinyal Tepesi (Signal Hill) ve Aslan Başı (Lions Head) Tepesini görüyoruz. Harika koylarla çevrili bir liman kenti burası. Şehrin denizi kucaklar tarzdaki oturuşu ve sanki otururken sırtını Masa Dağına yaslamış, bir kolunu Aslan Başı’na diğerini Şeytan Tepesine (Devil’s Peak) dayamış izlenimini vermesiyle Feng Shui’ye çok uygun olduğunu bir yerlerde okumuştum. Belki de bu yüzden bu kadar güzel bir şehir burası ve insanın içine huzur üflüyor. Havaalanına iner inmez aylardan Şubat olduğu için 35 ºC’lik bir hava sıcaklığına kavuşuyoruz ve iliğimiz kemiğimiz ısınıveriyor. 

Havaalanında Ali Bey elinde bayrağımızın kırmızı beyaz renkleriyle isimlerimizin yazdığı bir tabletle karşılıyor bizi. Kendisi sekiz yıldır Cape Town’da yaşayan, buradan evli ve kendisine ait Türk ürünleri satan küçük bir işletmesi olan bir girişimci. Buraya gelmeden önce askeri ataşemiz vasıtasıyla kendisiyle iletişime geçmiştik. Ali Bey şehirde uzunca bir oryantasyon turu atmamızı sağlayıp sonrasında bizi otelimize kadar götürüyor. Kendisiyle 2 gün daha birlikte olacağız ve bizi arabasıyla gezdirecek. Bu organizasyon için minnettarız kendisine zira daha önce Johannesburg yazımda belirttiğim gibi soldan akan trafikte araç kullanmak oldukça güç, alışkanlıklarınızı unutmanız gerekiyor, o kadar uzun yıllara dayanan alışkanlıkları birdenbire unutmak ise hiç kolay olmuyor. Benim özellikle kavşaklarda nereye bakmam gerektiği konusunda kafam karışıveriyor. Bizi Ali Bey almasaydı Cape Town Havaalanından şehre 20 dakikada bir kalkan otobüsler ile gelmek mümkün olabilirdi. Ancak biz buna gerek kalmadan gayet keyifli bir yolculukla, üstelik Ali Bey’in kendi öyküsünü ve onun yaşadığı Cape Town’u ondan dinleyerek geliyoruz şehre.


 
Kocaman bir şehir Cape Town, 4 milyon insan yaşıyor. Tıpkı Johannesburg’ta olduğu gibi burada da şehir yaşayanların ırklarını temel alan mahallelere ayrılmış durumda ve her mahallenin karakteri ayrı. Ünlü Hollywood artistlerinin de aralarında bulunduğu çok zengin beyazların yaşadığı Marina evlerinden veya çok varlıklı ailelerin geniş araziler üzerine inşa ettikleri bağ ve çiftlik evlerinden tutun da, bu evlerde hizmetçilik yapan siyahların ulaşım masrafını kısabilmek için bu evlere yakın ama rüzgârlı alanlara inşa ettikleri bizdeki gecekondu karşılığı “Township” lere kadar geniş bir yelpaze mevcut. Din tercihleri de mahallelerin ayrılmasında etkili olmuş gibi görünüyor burada, Yahudilerin yerleştiği deniz kenarındaki rüzgârsız koylar ve Müslüman nüfusun yaşadığı şehir merkezindeki Bo-Kaap bölgesi buna güzel örnekler. Bu cümleden tahmin edebileceğiniz gibi Cape Town’da bir arsanın ederini belirleyen en önemli unsur rüzgâr alıp almaması. Coğrafya derslerinden hatırlayacağınız meşhur Fırtınalar Burnunun burada oluşundan anlayacağınız üzere buranın rüzgârı çok şiddetli olabiliyor. Hatta herkesin başındaki şapkaları uçurduğu için ve hatta bir zamanlar şehir kendi başına uçan şapkalarla dolu olduğu için şehrin adı Cape Town (Şapka-Kep Şehri) olmuş diyorlar.
Bizim otelimiz Waterfront bölgesinde. Burası şehrin liman bölgesi, beyazların yaşadığı, hatta bol yıldızlı otel zincirleri, deniz manzaralı lüks restoranları ile meşhur, büyük alışveriş merkezlerine neredeyse buraların tüm turistik özelliklerini kapsayan bütün Güney Afrika’nın küçük bir maketini kurdukları bir yer. V&A Waterfront olarak geçiyor. “V” İngiliz Kraliçesi Victoria’yı sembolize ediyor, “A” ise sanılanın aksine 42 yaşında tifodan ölen ve kraliçe Victoria’nın o tarihten sonra hep siyahlar giyerek yasını tuttuğu eşi Prens Albert’i değil, 1860 yılında buraya gelerek bu limanın inşa edilmesi için ilk taşı suya atan Victoria’nın ikinci oğlu Alfred’i simgeliyor. Çok ta önemli değil aslında ama öğrenmişken paylaşayım dedim. Tahmin edebileceğiniz gibi özellikle Waterfront bölgesi otellerin dekorasyonu, antika eşyaları, duvardaki tablolar, porselen takımlar ve hatta buradaki tüm otel lobilerindeki beş çayı sunumları ile İngiliz kültürünü taşıyor. Johannesburg’tan bana göre kültürel anlamda en belirgin farklılık bu. Şehrin diğer bölümlerini dolaştıkça bu şehirde Afrika, Hollanda ve İngiliz kültürlerinin harmanlandığını görüyorsunuz.


Aslında Güney Afrika’nın beyaz adamla tanıştığı yer Cape Town. Bu tarihsel sürece kısaca göz atmak bölgeyi anlamak için yararlı olacaktır. 1488'de Portekizli kâşif Bartelemeu Dias tarafından keşfedilen Cape Town önce Boerler ve sonra İngilizlerin eline geçmiş ve 1652 yılında Güney Afrikadaki ilk Avrupa yerleşimi burada oluşmuş. Hollandalı Jan van Riebeeck'in Hollanda Doğu Hindistan Şirketi adına Ümit Burnu yolunu kullanan gemilerin mola verebilecekleri ve gereksinimlerini karşılayabilecekleri bir istasyon amacıyla ilk Avrupalı yerleşimi 6 Nisan 1652 tarihinde gerçekleşmiş. O dönemde bu bölgede yaşayan Khoikhoi yerlileri başlangıçta beyaz adamın sadece deniz kenarına sınırlı yerleşimine ses çıkarmamış hatta beyaz adamla ticaret yaparak Avrupa’dan gelen bıçak, makas, tel gibi modern! aletleri alma ve kullanma şansı elde etmiş. Karşılığında verilenler ise beyaz adamın bu topraklara iştahını kabartmış görünüyor ki 17. ve 18. Yüzyıllarda Khoisan topluluğunun boşalttığı batı kısımlarda artan Avrupalı yerleşimi 1770’lerde doğuya doğru da yayılıp Bantu kabilesinin sınırlarına dayanmış. 1779 ile 1879 yılları arasında Avrupalılar ile yerli halk arasında “Sınır Savaşları” adı verilen toplam dokuz savaş yaşanmış. Bu bölgeye yerleşen Hollandalılar bölgeye Endonezya, Madagaskar ve Hindistan’dan birçok köle getirmişler, neticede köle nüfusu beyaz nüfusunu aşmış. Köleler ile beyazların nesillerinden ise renkliler (coloured) olarak adlandırılan ırk üremiş.
Avrupalı beyaz adamın bölgeye medeniyet getirdiğini düşünenlerin Sarah Baartman’ın hazin öyküsünü okumalarını öneririm (http://www.duyguguncesi.net/?p=7248). Elbette her gelen beraberinde savaş ve kaos getirmemiş bu topraklara. Buna en güzel örnek ne mutlu ki bizden. Ebubekir Efendi. Bu konuya daha sonra yeri geldiğinde değinelim.
Avrupa’da Napolyon Hollanda’yı işgal ettiğinde bölgedeki Hollanda hâkimiyeti azalmaya başlamış ve bölge bu kez Büyük Britanya tarafından işgal edilmiş. Pek çok olay var arada ama neticede İngiltere Ümit Burnu bölgesini 1806’da sürekli koloni bölgesi ilan etmiş, Sınır Savaşlarında Xhosalara karşı kazanılan zaferler ile işgal iç bölgelere doğru ilerlemiş. Değişik gruplar, gelenler gidenler derken bu bölgede irili ufaklı Boer yerleşimleri ve devletleri oluşmuş. Sonrası malum 1867'de elmasın, 1886 yılında da altının bulunması ile bölgeye Avrupa kıtasından büyük bir göç dalgası olmuş. Bu göç dalgası, ucuz işçi ihtiyacı ayrımcılık ve sömürüyü körüklemiş. I. Boer Savaşı ile Britanya'nın genişleme politikalarına karşı Boerler ile İngilizler arasında 1880-1881 yıllarında yaşanmış ve Boerlerin üstünlüğü ile neticelenmiş. 1899 yılında itibaren başlayan II. Boer Savaşı'nda Boerlerin Almanya ile ittifak arayışlarına karşın bölgeye daha fazla destek kuvvet sevk eden Britanya, 1902 yılına kadar süren savaşı kazanmış ve son Boer cumhuriyetlerini de işgal etmiş. II. Boer savaşının bitiş gününün sekizinci yıl dönümünde 4 yıl süren müzakereler sonucunda bölgede bulunan dört Britanya kolonisi olan Burun Kolonisi, Natal Kolonisi, Transvaal Kolonisi ve Oranj Nehri Kolonisi bir araya gelerek kendi kendine yönetebilen Güney Afrika Birliği dominyonunu oluşturmuşlar.
II. Dünya Savaşı'nın sona ermesi sonrasında ülkede azınlıkta olan beyazlar, hâkimiyetlerini Nasionale Parti önderliğinde genişletmiş, Apartheid politikalarını uygulamaya koymuşlar. Özetle Apartheid politikaları ile beyaz Avrupalılar dışında kalan siyahiler, renkliler ve Asya kökenliler birçok engele maruz bırakılmış ve bazıları zorla göç ettirilmiş. Bu dönemi çeşitli görsellerle çok güzel şekilde anlatan Apartheid Müzesi izlenimlerini Johannesburg yazımda bulabilirsiniz.
1960'lı yıllarda ciddi bir ekonomik kalkınma yaşayan ülke gelişmiş ülke statüsüne kavuşmuş. Bu bağlamda Afrika kıtasında tek. Neyin gelişmişlik olduğu tartışılabilir olsa da bu süreçte ülke genelinde dış yatırımlar gerçekleştirilmiş, birçok yurt dışı kökenli firma ülkede fabrika kurmuş ya da var olan fabrikalara ortak olmuş, kısacası küreselleşme bölgeye el koyarken ileriyi görebilen ve hesaplayabilen ülkeler bundan çıkar elde etmeyi başarmışlar. Bu dönemde bölgedeki yatırımların ve kazanımlarının sadece beyazların refahı için kullanılmış olduğunu ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin tırmandığını belirtmeye gerek yoktur sanırım. Başta Afrika ve Asya üye ülkelerinin baskıları sonucu Güney Afrika üyesi olduğu İngiliz Milletler Cemiyeti'nden 1961 yılında ihraç edilmiş, tekrardan birliğe alınması ise 33 yıl sonra 1994 yılında gerçekleşmiş. 1960 yılındaki referandumla halk dominyon olmak yerine cumhuriyet olmayı seçmiş ve 1961’de Güney Afrika Birliği adı Güney Afrika Cumhuriyeti olarak değişmiş. Sonrasında 1976 yılındaki Soweto ayaklanması (Soweto uprising) ve Apartheid döneminin sonlanması konularını ayrıntılı olarak Johannesburg yazısında bulabilirsiniz.
Günümüzde Güney Afrika Cumhuriyeti çok partili bir siyasi sisteme sahip olup, başkanlık sistemi ile yönetilmekte.  Ülkenin başkentinin belirlenmesi sürecinde illerden birinin mağduriyet yaşamaması için üç farklı başkent belirlenmiş, bu bağlamda Pretoria idari başkent, Cape Town yasama başkenti ve Bloemfontein'de adli başkent ilan edilmiş, Natal Kolonisi'nin de başkenti konumunda olan Pietermaritzburg'da herhangi bir başkent görevi verilemediği için maddi tazminat verilmiş.
Planlamalarımızı yapıyoruz, ilk hedefimiz Cape Point ve Ümit Burnu olacak. Bunun için sabah erkenden uyanıp Ali Bey’le birlikte yola çıkıyoruz. Harika bir yoldan kıyı şeridini takip ederek güneye doğru iniyoruz. Sağ yanımızda Atlas okyanusu sunduğu harika manzaralar ile bize eşlik ediyor. See Point ve Green Point üzerinden meşhur Clifton Plajlarına varıyoruz. Buralar varlıklı beyazların oturduğu bölgeler. Burada bir araç park yeri satın almak için bile şehirdeki bir ev parasından fazla para ödemeniz gerekiyor. Bazı arabaların iyi manzarası var gerçekten.



Genel görüntü olarak buraları Fransa’nın güneydoğu kıyılarına Cote D’Azur bölgesine benzetiyorum. Sonradan daha ekonomik olduğu için Cote D’Azur’da geçen film senaryolarının burada çekildiğini öğrendiğimde yönetmenler dâhil pek çok kişinin benimle aynı fikirde olduğunu anlamış oluyorum. Görüntü aynı ama hissiyat farklı. Burada zaman zaman çok rahatsız edici olabilen rüzgâr var ve deniz gerçekten buz gibi. Bunu Hout Bay’deki Mariner’s Wharf’ta ilk molamızı verip ayaklarımızı suya sokmaya kalktığımızda anlıyoruz. Suyun sıcaklığı 9ºC. Evet yanlış okumadınız, dışarısı 35ºC, Şubat ayındayız yani burada yaz mevsiminin orta yeri, bizdeki Temmuz yani ama su 9ºC. Elbette yüzebilen yok. Bırakın yüzmeyi dalgalar ayaklarımıza vurduğunda tüm vücudumuz ürperiyor. Yaz aylarında güney kutbundaki buzulların erimesi ile akıntı ve rüzgârların bu soğuk suları Cape Town sahillerinin Atlas Okyanusu tarafına taşıması sonucu deniz suyu sıcaklığı daha da düşüyormuş. Ne tuhaf değil mi, kışın deniz daha sıcak oluyormuş burada. Bir terslik daha var, daha iyi ısınan ve daha çok güneş alan dolayısıyla daha makbul konumdaki evler bizdeki gibi güneye bakanlar değil, kuzeye bakanlar. Mantıklı aslında ama alıştığımızdan farklı olduğu için ilginç geliyor bize. Ha tabii bir de rahmetli Barış Manço’dan öğrendiğimiz Güney Yarıkürede olan tüm ülkeler için geçerli olan lavabo deliğinden suyun akması sırasında bizim alıştığımızın tam tersi yönde dönmesi olayı var. Brezilya’ya ilk gittiğimde de denemiştim bunu, yine deniyorum ve yine gülümseyerek ve Barış Manço’yu anarak seyrediyorum suyun dönerek akışını. Camps Bay’den Hout Bay’e kadar bize eşlik eden manzaraları paylaşayım biraz sizlerle.







 
Mariner’s Wharf’tan yola çıkıp Chapman’s Peak Drive’dan güneye doğru seyahat etmek gerçekten çok keyifli. Müthiş bir manzara eşliğinde nasıl yapmışlar bu yolu dedirten bir yoldan geçerek ilerlemeyi sürdürüyoruz.






Bisikletçiler ve koşucular görüyoruz yolda, onlar için bulunmaz bir parkur elbette burası. 9 km uzunluğunda harika bir yol Chapman’s Peak Drive.

Ali Bey’le birlikte bir fotoğrafımızı çektiriyoruz burada


Ne güzel plajlar değil mi? Ama hiç yüzebilen yok. Clifton’da veya Camps Bay’de sörf yapanlar var ancak pek çoğu neoprenler ile giriyor suya. Aksi halde suyun içinde çıplak bedenle uzun süre durabilmek imkânsız. Yerlilerden tuhaf biçimde sörf yapanlar dikkatimizi çekiyor, ellerinde bir sopayı kürek gibi kullanarak ve sörf tahtasının üzerinde ayakta durarak dalgayı bekliyorlar. Dalga gelince sörf yapıp buz gibi suya düştükten sonra yine sopalarını ellerine alıp tahtanın üzerinde ayağa kalkıp yeni dalgayı bekliyorlar. Üstelik üzerlerinde kouma giysisi de yok. Bu soğuk suya dayanmanın yolu sörf tahtasının üzerinde ayakta durup, suya dokunmamak ve bu sırada yakıcı Afrika güneşinden ısınmak olmalı diye düşünüyoruz. Bir sonraki durağımızda Chapmans Bay’i arkamıza alıp kendimizi fotoğraflıyoruz.

Yönümüzü doğuya döndürüp Sun Valley üzerinden Fish Hoek’a geçiyoruz. Artık yarımadanın doğu sahillerindeyiz. Bir harita koyup meramımızı daha iyi anlatalım. Her ne kadar yine bakmakta olduğumuz deniz teknik olarak Atlas Okyanusu olsa da Hint Okyanusu tarafına yaklaşmış durumdayız ve iki okyanus bu bölgede birbirini etkiler durumda. Su biraz daha yeşil birazcık daha ılık sanki. False Bay’e bakıyoruz artık.






Bu da aynı bölgenin havadan çekilmiş bir görüntüsü

Simon’s Town’a gelmeden önce Mineral World’de duruyoruz. Birçok yarı değerli taşın işlendiği bir yer burası. Dilerseniz burada bir yürüyüş yolunda yere saçılmış olarak duran yarı değerli taşlardan beğendiğiniz taşları kendiniz toplayıp satın alabiliyor, dilerseniz bu taşların işlenme süreçlerini izleyebiliyorsunuz. Biz de kendimize birer deniz taşı alıyoruz, üzerinde balık ve istiridye fosili var. Diğer taşlar İzmir’de Kemeraltında da bol bol bulunduğundan çok ilgimizi çekmiyor ama bu fosilli deniz taşları ilginç gerçekten.











Bir sonraki durağımız Simons Town. Burası bir kıyı kasabası. Denizcilerin üssü ve okulu buraya canlılık getirmiş, pek çok deniz subayı görüyoruz kasabada. Burada mola verip deniz ürünlerinden güzel bir öğle yemeği ziyafeti çekiyoruz kendimize. Deniz ürünlerine dair fikrimi soracak olursanız balıklarda bizdeki lezzet yok ama karides, kalamar, istakoz ve midyeyi değişik şekillerde sunuyorlar ve oldukça leziz. Üstelik fiyatların inanılmaz derecede makul olduğunu da belirtelim.


Simons Town’da bir önemli ziyaret noktamız daha var; Penguin Colony. Penguen parkı Boulders Plajı üzerinde yer alıyor. Granit kayalardan sınırları olan, adını buradan alan bu plaj Afrika penguenlerinin 1982’den beri yaşam alanı. 2000’den fazla penguen ve birçok kuş burada koruma altında yaşıyor. Burası bir milli park ve Table Mountain National Park’a ait. Tıpkı Cape Point ve Ümit Burnu gibi. Burada 540 milyon yaşındaki granit kayalarla çevrili nispeten korunmuş ve daha ılık plajlarda penguenlerle birlikte yüzmeniz mümkün. Penguenlerin en iyi gözlendiği Foxy plajı yeni yapılmış yürüyüş yolları ile önemli bir turist çekim alanı. Bu parkı yaz aylarında saat 8-18.30 arasında 60 rand (R60) karşılığında ziyaret edebiliyorsunuz. Johannesburg yazımızda da belirttiğimiz gibi 5 rand 1 TL’ye karşılık geliyor. Bu sevimli hayvanlarla birlikte zaman geçirmek, onların arasında dolaşmak, fotoğraflarını çekmek gerçekten paha biçilmez bir deneyim.






 
Biz de Happy Feet filmini anımsayıp penguenlerle birlikte mutlu ayaklarımızın fotoğrafını çekiyoruz







Bir sonraki durağımız yolumuzun üzerindeki Devekuşu Çiftliği (Cape Point Ostrich Farm). Burada devekuşlarını yakından görmeniz, onları elinizle beslemeniz mümkün. Burayı gezmek için herhangi bir ücret ödemenize gerek yok. Hediyelik eşya dükkânı ise oldukça zengin. Devekuşundan ne çok malzeme üretilebiliyormuş bunu görmek şaşırtıcı. Ancak hiç birini kendimize uygun bulmuyoruz. Yine de bir iki fotoğraf çekiyoruz.




Çiftlikte dolaşırken babunlarla karşılaşıyoruz. Buralarda babunlar doğal yaşamın bir parçası. Ancak sevimli görüntüleri ve keskin zekâları ile çekici görünseler de neticede vahşi hayvanlar. Elinizdeki poşetlerde yiyecek bulabilmek ümidiyle saldırmaları ve sizi ısırmaları çok olası. O yüzden her yerde onlara yanaşmamanız ve onları beslememeniz konusunda uyarılar var. Çiftçilerin ve ev sahiplerinin ise kâbusu bu hayvanlar. Çünkü evlere girmek konusunda hırsızlar kadar yetenekliler. Oldukça da hızlılar doğrusu. Biz fotoğraflarını çekene kadar kayboluyorlar.
Artık Cape Point için hazırız. Burası Afrika Kıtasının en güneybatı ucu. Sanıldığı gibi en güney ucu değil, yine sanıldığı gibi bu burnun ucundan denize bakınca solumuz Atlas Okyanusu sağımız Hint Okyanusu olmayacak ama gibi olacak :) Onun tam olarak gerçekleştiği coğrafi nokta Agulhas burnu (Cape Agulhas) ve bulunduğumuz noktaya 200 km uzaklıkta. Harita ile gösterelim, Cape Point solda, Cape Agulhas ise sağda:

Cape Point ve Ümit Burnu (Cape of Good Hope)’na girerken yeniden milli park giriş ücreti ödüyoruz. Bu kez kişi başı R125. Cape Point’e aracımızla ilerlerken gözümüz yine babunlarda ama çıkmıyorlar karşımıza. Buraları gezmek için seçtiğimiz bu gün hava oldukça rüzgârlı. Bu nedenle Cape Pointteki funiküler çalışmıyor. Deniz fenerinin olduğu noktaya kadar merdivenlerden tırmanmak zorunda kalıyoruz. En son böyle bir eforu Çin Seddine tırmanırken harcamıştım. Tepeye vardığımızda manzara müthiş. Ancak rüzgârdan fotoğraf makinesini tutmakta zorlanıyoruz. Aşağı uçuvermek işten bile değil.


 
Tepeden geldiğimiz yola baktığımızda kendimizle gurur duyuyoruz. Alttaki fotoğrafta aracımızı park ettiğimiz noktayı görebiliyor musunuz? Üstelik tüm gün yaptığımız bütün yürüyüşler sonrası. Adım sayarımız 18 bin adım saymış bile.

En tepeye vardığımızda arkamızda geldiğimiz yola bakıp zafer bizim! diyoruz. Buraları keşfeden ve buralara gelmeye cesaret eden denizcilere sonsuz saygı duyuyoruz doğrusu. Bu çılgın denizde gemileri yüzdürmek gerçek bir denizcilik marifeti olmalı.

Fırtınalar burnu adına yakışır şekilde ağırlıyor bizi. Ayakta durmakta zorlanıyoruz. Sonrasında Ümit burnuna iniyoruz.

Rüzgârdan serseme dönmüş şekilde fotoğraflıyoruz buraları.

Şehre geri dönüşümüz neredeyse 2 saatimizi alıyor. Bugün gerçekten dünyanın öbür ucunu görmüş olmanın mutluluğuyla hâlâ rüzgârdan sallanıyormuş gibi hissederken erkenden derin bir uykuya dalıyoruz.
Ertesi günün ilk durağı Masa Dağı yani Table Mountain. Genelde tepesi bulutlarla kaplı olan bu dağ bugün bize harika bir şehir manzarası sunacak çünkü pırıl pırıl bir güne uyanıyoruz ve tek bir bulut bile yok gökyüzünde. Rüzgâr da dinmiş şansımıza. Ama bunun getirisinin çok sıcak bir hava ve güneş yanığı olabileceğinin farkındayız. O yüzden bolca güneş koruyucu krem sürüyoruz.
Teleferikle çıkıyoruz yukarıya. Teleferikle gidiş dönüş için kişi başı R240 ödüyoruz. Kendi çevresinde tam bir tur atarak çıkıyor teleferik kabinleri. Çıkarken bile büyüleniyoruz bu güzel manzaradan. Yukarıdaki manzara ise eşsiz. Dört bir yanda Cape Town var.



 
Birbirinden güzel fotoğraflar çekiyoruz, tüm parkuru baştanbaşa dolaşıyoruz. Burası gerçekten harika bir yer. Buradaki bitki örtüsünün adı Cape Fynbos ve tahminen 2200 civarında bitki türü bu dağda yaşıyor. Masa Dağı yaklaşık bin metre yüksekliğinde bir dağ, üzeri dümdüz. Burası bir milli park. Zengin bitki örtüsünün yanında zengin bir fauna yani hayvan çeşitliliğine de ev sahipliği yapıyor. Dağın batı yakasında Twelve Apostles (12 havariler) tepelerini görüyorsunuz. Sayıları 12’den fazla ama adını öyle koymuşlar işte. Şansımıza hava harika nerdeyse Ümit Burnuna kadar görüşümüz var. Ve tabii ki burada da Şeytan Tepesi var. Masa dağının tepesinden eksik olmayan bulutlara masa örtüsü diyorlar. Buna ait pek çok efsane var. Şeytanla pipo içme yarışına girmiş inatçı kaptanın hikâyesi en çok aklımda kalan oluyor. Soğuk okyanus sularının sıcak kıyılarla buluştuğu noktada dağın tepesinin çoğu zaman bulutlarla kaplı olması oldukça anlaşılır bir durum olduğu gibi şehrin havası için de oldukça sağlıklı koşullar ürettiği söylenebilir.
Masa dağı ziyaretimiz yarım günümüzü alıyor. Aşağı indiğimizde bu kez rotamız şehir merkezindeki Bo-Kaap bölgesi. Burası şehrin Müslüman nüfusunun yaşadığı bölge. Renkli evleri ile dikkat çekici.


Anlatılana göre bir zamanlar kölelerin renkli giymelerine izin verilmez, tek renk kıyafet ile dolaşırlarmış. Köleliğin kalkmasından sonra kendilerine yaptıkları evleri tepki olarak rengârenk boyamışlar bu yüzden. Buradaki çok renkliliğin nedeni buymuş.
Bo-Kaap’ta renkli sokaklarda dolaşıyor buraları fotoğraflıyoruz. Eğer buralara özgü Malay yemeklerini kendiniz pişirmeyi seviyorsanız size gereken baharat karışımlarını Bo-Kaap’taki Atlas mağazasından alabilirsiniz. Yazık ki biz uğradığımızda mağaza buradaki bir başka caddeye taşınıyordu ve kapalıydı. Yeri gelmişken belirtelim buradaki restoranlarda baharatlı bol körili Malay yemeklerini tatmanız mümkün.  

Burada bir başka önemli durağımız daha var. Ebubekir Efendi’nin mezarı. 


Kimdir Ebubekir Efendi kısaca özetleyelim. 1800'lü yıllarda Hindistan ve Malezya'dan Cape Town’a gelen veya getirilen Müslümanlar İngiliz yönetimi altında burada kendi dinlerinin uygulamaları konusunda ciddi farklılıklar ve tartışmalar yaşamaktadır. Bu tartışmalar neredeyse bir iç savaşa neden olacak şiddete erişince burada yaşayan Müslümanlar, aralarında bir komisyon oluşturarak bölgenin İngiliz valisine giderler ve İngiltere Krallığı aracılığı ile dünya Müslümanlarının lideri olarak gördükleri Osmanlı Devleti'nden ve Müslümanların halifesinden, İslam'ı asli şekliyle anlatıp aralarındaki anlaşmazlığı giderecek bir din âlimi isterler. Bunun üzerine Kraliçe Viktorya, Sultan Abdülaziz'den Cape Town'a bir müftü göndermesini ister. Sultan Abdülaziz, durumdan haberdar olur olmaz, o sıralarda Bağdat'ta görev yapan Ebubekir Efendi'yi 1862 yılında Güney Afrika Müslümanlarının eğitim ve dini meselelerini yerinde görmek ve onlara rehberlik yapmak üzere gönderir. Ebubekir Efendi öğrencisi Ömer Lütfi ile birlikte 17 Ocak 1863'te Cape Town'a varır. Ebubekir Efendi buradaki Müslümanların dini kulaktan dolma uyguladıklarını, içlerinden biri Hacc'a gittiğinde buradan öğrendiklerinin yıllardır uyguladıklarıyla farklı olduğunu dile getirmesinin tartışmalara yol açtığını tespit eder. Ebubekir Efendi ve Ömer Lütfi ilk etapta sıkıntılarla karşılaşsalar da birbirine düşman olan Müslümanları barıştırmayı başarırlar. Ebubekir Efendi bir yandan bunlarla uğraşırken bir yandan da oradaki bazı menfaat çevrelerinin rahatını kaçırdığı için kendisi aleyhine gelişmekte olan sıkıntılarla baş etmeye çalışır. Üç yıl sonra Ömer Lütfi Efendi memlekete geri döner ve Ebubekir Efendi Cape Town’da yalnız kalır. Ebubekir Efendi herkes tarafından sevilen, sayılan bir İslam âlimi olarak 18 yıl burada yaşar, burada evlenir ve burada vefat eder. Halen torunlarının torunları Cape Town’da yaşamaktadır. Bu âlim sayesinde buradaki Osmanlı etkisi artmıştır. İslam dinini öğretmek için okul açılır, camiler yapılır. Osmanlı etkisi mimariye de yansır. Ebubekir Efendi’nin tohumlarını attığı bu iletişim sayesinde Güney Afrikalı Müslümanlar, Osmanlı’nın yaptırdığı Hicaz demiryolu, Trablusgarp, Balkan ve Kurtuluş savaşları için ciddi yardımlar göndermişlerdir. Ebubekir Efendi bu topraklara İslam dinini öğretmek için gönderilmiştir ve görevini son nefesine kadar sürdürmüştür. Kendisi emperyalist olmayan bir imparatorluğun bir zamanlar var olduğunun en önemli kanıtlarından biridir.
Burada Cape Town Üniversitesi tarih bölümünde doktorasını yapmakta olan Halim Gençoğlu’nun bugün burada özverili şekilde Ebubekir Efendi’nin ve buradaki Türk mirasının izini sürüyor olması, burada yaptığı bilimsel araştırmalar ile bu izi sağlam temellere oturtarak yayımlıyor olması bizi sevindiriyor ve gururlandırıyor. Çünkü bu miras kendine göre tarih yazan veya tarihi kendi çıkarları için eğip bükenlerin eline bırakılmayacak kadar kıymetli. Ebubekir Efendi’ye en azından bunu borçluyuz. Umarım Halim Gençoğlu’nun burada bir zamanlar Ebubekir Efendi’nin kız okulu açtığı binada bir Ebubekir Efendi müzesi açma hayali pek yakında gerçekleşir ve biz bir dahaki ziyaretimizde bu müzeyi de görürüz. Zira buradan gelmiş geçmiş her toplumun bir müzesi var buralarda. Ayrıca söz uçar yazı kalır. Tarihi belgeleriyle ortaya koymak ve meraklılarına kolay erişilebilir şekilde sunmak gerek. Buna gayret edenlere destek olmak ise her aklı başındaki entellektüelin ve devlet adamlarının görevi olmalı.
Bo-Kaap’tan sonra Cape Town Üniversitesine ve tepede yer alan anıta doğru kısa bir gezi daha yapıyoruz. Buralar gerçekten çok güzel. Buranın doğal bitki örtüsüne ait olmayan, sonradan Avrupalılar tarafından getirilen çam ormanlarıyla kaplı bir tepe burası.


Bir sonraki durağımız buraların ödüllü şaraplarının üretildiği bağların ve çiftliklerin bulunduğu Stellenbosh bölgesi. Ali Bey arabasıyla yaklaşık yarım saatlik bir yolculukla götürüyor bizi bu bölgeye. Burada birbirinden güzel bağlar ve bahçeler görüyoruz. Spier şarap çiftliğini ziyaret ediyoruz.





Yeşillikler arasında harika yerler buralar. Afrika’dan çok Avrupa’ya benziyor. Bir sonraki çiftlikteki Lamalar Avrupa’da değilsiniz demese anlamayacağız nerede olduğumuzu adeta.


Bu çiftliklerde piknik yapabiliyor, restoranlarında yemek yiyebiliyor ve şarap tadım turlarına katılabiliyorsunuz. Ayrıca bu tesislerde konaklama imkânı da var. Ayrı bir dünya burası. Meraklısı burada gece gündüz şarap tadarak haftalar geçirebilir. Ayrıntılı bilgi için: http://www.wineroute.co.za/ Güney Afrika'da şarapçılığın temellerini, daha önce bahsettiğimiz Hindistan'a yapılan gemi seferlerine taze gıda sağlamak amacıyla 1652 yılında kurulan 'Dutch East India' şirketi atmış. İlk bağlar 1655'te dikilmiş, ilk şaraplar da 1659'da elde edilmiş. 17. yüzyılın sonlarında Fransızların bölgeye yerleşmesiyle kalite artmış. Denizden kopup gelen nemli rüzgârlar, uygun toprak koşulları, yeteri kadar güneş ve iklimin kışları ılık oluşu ile kaliteli üzüm için gereken tüm öğeler mevcut olunca ve tüm bunlar üretimdeki titizlik ve tecrübe ile birleşince dünyaca ünlü şaraplar çıkıyor ortaya. Yeri gelmişken sadece Güney Afrika’da yetişen ve buralara özgü üzümün Pinotage olduğunu söyleyelim.
Akşam saatleri yaklaşırken biz şehre geri dönüyoruz. Gün batımını seyretmenin bir gelenek şekilde yaşandığı Sinyal Tepesi (Signal Hill) bir sonraki durağımız olacak. Bu tepeden top atışları yapılarak sinyal verildiği için tepenin adı böyle konmuş.



Buradan gün batımını izlemeye doyamıyor insan gerçekten. Yerel halk ta piknik malzemelerini ve şaraplarını almış buraya çıkmış. Herkes hem akşam yemeği yiyor hem gün batımını seyrediyor. Biz turistler ise bol bol fotoğraf çekiyoruz. Bir günü daha deli gibi gezerek tamamlıyoruz. Ama elimizde şehir haritası kafamızda ertesi günün programını yapma çabası var. Kırmızı otobüslerin broşürlerini almıştık yanımıza, onları inceleyerek planlamamızı yapıyoruz ve yorgun yatıyoruz yine.
Bir sonraki gün artık kırmızı otobüslerle kendimiz gezmeye başlıyoruz şehri. İki günlük “combo tur” satın alıyoruz. Kişi başı R280 ödeyerek 2 gün boyunca bu otobüslerle ulaşılabilen tüm rotaları gezmeye (Kırmızı tur: tüm şehir turu, Sarı tur: downtown turu, Mavi tur: mini yarımada turu, Mor tur: şarap bahçeleri turu, Turuncu tur: rehberli yürüyüş turu) hak kazanıyoruz. Ayrıca Günbatımı turu ve gemiyle liman turunu da hediye ediyorlar. Otobüslerin kalkış noktası Waterfront’ta. Biletleri kalkış noktasından, Long Street 81 numaradaki ofisten, otobüs şoföründen veya online olarak www.citysightseeing.co.za adresinden temin etmeniz mümkün. İlk otobüs saat 8’de kalkıyor ve tabii ki biz o otobüsteki yerimizi alıyoruz.
Kırmızı tur ile başlayıp 5. durakta sarı tura geçiyoruz ve Downtown bölgesini otobüsle baştanbaşa dolaşıyoruz. Duraklarda inerek St George katedralini, çeşitli müzeleri, Türk Hamamını, eski sinemayı ve beş çayı ile dünya çapında meşhur Mount Nelson otelini görebilirsiniz. Yine belirtelim otobüste elektronik rehber var ve Türkçe dâhil 16 dilde yayın yapılıyor. Downtown turunda beni en çok etkileyen kısım District Six olarak bilinen şimdi hiçbir bina bulunmayan bölge oluyor. Şehrin ortasında bomboş bir alan burası. Eskiden karışık ırkların birarada yaşadığı bu alan Apertheid döneminde yalnızca beyazlara ayrılınca siyahlar buradan göç etmeye zorlanmışlar. Karşıt gösterilere ve çabalara rağmen bu zorunlu göç yaşanınca zaman içinde binalar yıkılmış. Bölgeye kimse yerleşmemiş. Günümüzde de burası yerleşim olmadan o günlerin anısını yaşatmak için bomboş tutuluyor. Buradaki müzede eski günlerdeki yaşamı anlatan belge ve fotoğrafları görmek mümkün. Ancak daha iyisini Johannesburg’taki Apertheid Müzesinde görmüştük. Sarı turun bir diğer dikkat çekici noktası ise Ümit Burnu Kalesi (Castle of Good Hope). İlk beyaz yerleşiminin gerçekleştiği bu kale şehrin en eski binası. 1666-1679 yılları arasında inşa edilmiş. Yapıldığında deniz kıyısındaymış ama artık değil. Surlar, tüneller ve dehlizlerle alışık olduğmuz türden bir kale görüntüsünde Ümit Burnu Kalesi. İçeride restoran ve müze de mevcut. Tabii bir de ilk kalp nakli operasyonunun 3 Aralık 1967’de Dr. Christiaan Barnard tarafından gerçekleştirildiği Groote Schuur hastanesi de burada. Hatta operasyonun yapıldığı ameliyathane içeride balmumu heykellerle ziyarete açık bir müze. Burayı gezmek isterseniz arayıp otelinizin adını veriyorsunuz gelip sizi alıyorlar. Meraklılarına duyurulur.
Beşinci duraktan mavi tura katılıp Kirstenbosch botanik bahçesine gidiyoruz. Planımız bir saat geçirmek burada. Kişi başı R55 vererek giriyoruz bahçeye. Ancak ne mümkün burayı bir saatte görebilmek. Harika bir bahçe burası. Dünyanın en iyi 7 botanik bahçesinden biri olarak gösterilen bu bahçe bitkilerin çeşitliliği, ağaçların endamı, bahçenin bakımı, yürüyüş yollarının güzelliği ile bu ünvanı fazlasıyla hak ediyor. Ulu ağaçlara sarılıyoruz, kucaklıyoruz onları sevgiyle, çiçekleri kokluyoruz, yapraklara dokunuyoruz. Yeri gelmişken belirtelim Güney Afrika’nın ulusal çiçeği Protea.

Bahçenin her köşesine yürüyerek erişmeye çalışıyoruz ama ne mümkün. Çok büyük burası. Her mevsim bahçede ziyaretçiler için ilginç bitkiler mevcut. Kocaman bir amfitiyatrosu var ve özellikle haftasonları çeşitli konserlere ev sahipliği yapıyor burası. Bir dolu şey var anlatılacak, ben en iyisi ilgililer için birkaç fotoğrafımızı ve şu linki paylaşayım: http://www.sanbi.org/gardens/kirstenbosch. Tree Canopy Walkway’a bayıldığımızı, ağaçların üzerinden Tarzan gibi yürümenin çok zevkli bir şey olduğunu, burada yetişen incirlerin epeyce değişik olduğunu belirtmeliyim özellikle. Bahçenin kendine has kokusu ve huzur verici sessizliği içinde bütün günü burada geçirebilirim diye düşünüyorum. Ancak daha görülecek çok yer var, bu huzurlu bahçeyi bırakmak zorundayız.



 
Buradan 20 dakikada bir geçen mavi tur otobüsüne atlayıp bir sonraki durağımız olan Kuşlar Dünyası ve Maymun Ormanı (World of Birds and Monkey Jungle)’na geçiyoruz. Burada birçok kuşu ve maymunu görme ve görüntüleme şansı yakalıyoruz. Dilerseniz maymunlarla oturup oynayabiliyor, tepenize çıkmalarına izin veriyor, onları elinizle besleyebiliyorsunuz. Biz yapmadık. Meraklıları için parkın linkini paylaşalım: http://www.worldofbirds.org.za/ Bir Avustralya papağanının bizimle akıcı şekilde konuşması ve şaşırmamız karşısında bizimle dalga geçer gibi kahkahalar atması günün olayı oluyor gerçekten. İşte o artiz! papağan:

World of Birds’ten sonra Hout Bay’daki Mariner’s Warf’a geçip Fish4Afrika zincir restoranından balık yiyerek doyuruyoruz karnımızı. Yeni yakalanmış bir balığın da fotoğrafını çekiyoruz bu arada. Epey büyük değil mi?

Mariner’s Wharf’tan Fok Adası (Seal island) tekne turu satın alıyoruz. Yaklaşık 40 dakika süren bu tur için kişi başı R80 ödüyoruz. Görevli kız ana dilimizi soruyor, Türkçe deyince elimize Türkçe basılmış ve fok adasını anlatan broşürler veriyor. Bu gerçekten hoş bir sürpriz. Fokların tam da güneşlenme ve eğlenme zamanlarına denk geliyoruz. Çok mutlu görünüyorlar. Ama ortamın iyi koktuğunu söyleyemeceğim. Fotoğraflarını ve videolarını çekiyoruz.



Otobüsün bir sonraki durağı olan Camps Bay’de bir molayı hak ettiğimizi düşünüyoruz. Gözümüz bir taraftan Capris Cafe’de acaba Leonardo DiCaprio’yu veya Charlize Theron’u görebilir miyiz diye bakıyoruz. İkisi de burayı çok severlermiş. Ama yoklar. Biz denizden gelen harika bir serin esinti eşliğinde bu güzel meyve sularının tadına bakıyoruz.

Waterfront’a döndüğümüzde bize armağan edilen liman tekne turuna çıkıyoruz. 


Bugünü böyle bitiriyoruz. Yine çok gezmiş, çok yorulmuş ama günün hakkını vermiş olarak erkenden yatıyoruz. Yarın yine uzun bir gün olacak.
Ertesi gün direk mavi tur otobüsüne atlayıp 21. durakta mor tura yani şarap otobüsü turuna geçiyoruz. Bu kez kahvaltılıklarımızı yanımıza aldık. Yeşillikler arasında yapacağız kahvaltımızı. Groot Constantia’yı ziyaret ediyoruz. Burası bu bölgenin ilk şarap çiftliği ve uzaktan False Bay’i görüyor. O kadar büyük bir çiftlik ki yıllar sonra miras bölünüp bölünüp satıldığı halde parçaları Eagles Nest ve Beau Constantia çiftlikleri bile buraların en büyükleri arasında.


 
Müze görevlisi Trevor bize harika bir rehberlik hizmeti sunuyor. Evin her köşesini gezdiriyor, o dönemden kalma eşyaların hangi amaçla kullanıldığını anlatıyor, kölelerin yaşadığı mahzenleri, ev sahiplerinin kölelerin konuşmalarını dinlemek için eve kurdukları sistemi, cezalandırılan kölelerin hapsedildikleri karanlık dehlizleri, ev ahalisinin bir isyan veya işgal halinde kaçmaları için hazırlanmış tünelleri, evin ardiyesini, mutfağını, suyun, etin nasıl taşınıp saklandığını anlatıp gösteriyor. Epeyce bilgileniyoruz, çok şey öğreniyoruz. Evin Çin porselenleri ile dolu oluşu, yağlı boya tabloların kalitesi oldukça ilgi çekici. Ne yazık ki fotoğraf çekmek yasak, o yüzden sizinle paylaşamıyoruz bunları. Meraklısı için linki verelim: http://www.grootconstantia.co.za/
Mor turdan mavi tura geçip bir sonraki durağımız olan İmizamo Yethu’ya gidiyoruz. Burası teneke evlerden oluşan bir “Township”. Zengilerin oturduğu bir mahallenin yan tarafında kurulmuş olan bu gecekondu mahallesini beyaz deriniz ve meraklı bakışlarınızla kendi kendinize gezebilmeniz mümkün değil. Ancak otobüs şoföründen kişi başı R70’a bu turu satın alırsanız 23. durakta kendisi de bu teneke evlerde yaşayan bir rehber gelip sizi duraktan alıyor ve bu mahallenin içinde yaklaşık 1 saat süren bir yürüyüş turu yaptırıyor. Ödediğiniz para bu mahalleye bağışlanıyor. Gezimiz boyunca her şehrin her mahallesinde uzaktan izleyip durduğumuz bu mahallelerdeki yaşamı, evleri görmek istiyoruz ve bu şekilde güvenli bir seçenek yakalayınca hemen bu tura katılıyoruz. Bizim hareketlendiğimizi gören yaşlı bir İngiliz çift te bize katılıyor ve dört kişi iniyoruz otobüsten.
Rehberimiz genç bir kadın. Mahallenin girişindeki evde yaşıyormuş. Bir çocuğu var. Babasından bahsetmiyor. Bu bölgede yaşayan insanların çoğunun uyuşturucu bağımlısı olduğunu, burada güvensiz seks ve başta HIV olmak üzere cinsel yolla bulaşan hastalık oranlarının çok yüksek olduğunu anlatıyor. Rotary Klübü bir tıbbi yardım merkezi açmış, görüyoruz, burada tüm aşı, ilaç ve gereken malzemelerin ücretsiz dağıtıldığını ve isteyenlere eğitim verildiğini anlatıyor ama “halkın buraya pek rağbet ettiği söylenemez” diyor. Mahallenin içinde devletin yaptırdığı birkaç çeşme var. Burada yaşayanlar su ihtiyaçlarını bu çeşmelerden karşılıyorlar. Bir de umumi tuvaletler var etrafta. Oldukça pis ve bakımsız olduklarını tahmin edersiniz.




Mahallenin perişanlığı, pisliği, insanların bizimle göz göze gelmekten kaçınan bakışları, etrafın ağır kokusu nasıl anlatsam çarpıyor sanki bizi. Bir evin içini gösteriyor rehberimiz bize, eşyaların tamamı çöpten toplanmış parçalar. Tavan ve duvarlar tenekeden. “Şiddetli rüzgârda uçup gidiyor” diyor, “Gündüz çok sıcak olur bu teneke evlerin içi gece ise çok soğuk” diyor. Çöpten toplanan kartonlardan yapılma bir raf, bir masa ve üzerinde yatak serili olan bir kanepeden ibaret daracık bir oda burası. Ütülenmiş 2 adet beyaz gömlek duvara asılı duruyor. 
Rehberimiz gözlüklerini çıkarınca göz göze geliyoruz onunla. İçimde bir ezilme hissediyorum. Tıpkı kötü durumda bir insanı her gördüğümde hissettiğim gibi, ya da Meksika’da Monterrey’den St. Louis Potosi’ye doğru uçsuz bucaksız çölde giderken arabamızın önüne bir dolar için atlayan çocukların gözlerine baktığımda duyumsadığım gibi veya Sisam’da kıyıya yeni çıkmış Suriye’li göçmenlerin geride bıraktıkları can yeleklerini gördüğümde Aylan bebeği hatırladığımda boğazımın tıkanması gibi. Gözlüklerimin arkasına saklanıp başka bir tarafa dönerek artık tutamadığım gözyaşlarımı siliyorum. Böyle hayatların varlığına duyduğum üzüntüden, insanlığın yaşadığı bu dramlara bir şey yapamamanın hiddetinden ve hatta böyle hayatlar yaşanırken günde üç öğün yemek yiyebiliyor olmanın ezikliğinden kopup gelen gözyaşları bunlar. Sultan’ın da çaktırmamaya çalışarak ağladığını görüyorum. Göz göze gelirsek hıçkırıklara boğulacağız o yüzden bakmıyoruz birbirimize.
Mahallenin kültür merkezine götürüyor bizi rehberimiz. Burada okumanın veya bilgisayar öğrenmenin insanın hayatını nasıl değiştirebileceğini anlatan afişler görüyoruz. Burada el sanatları eğitimleri veriliyor, üretilen hediyelik eşyaların satışı yapılıyor. 
İrlandalılar bu mahallede yaşayan her bir aile için bir ev yaptırıp dağıtmışlar. Ancak evlere yerleşenler bir süre sonra bu evleri kiraya verip kendilerine yeni bir teneke ev yapmayı tercih etmişler, kira paraları da çoğunlukla uyuşturucuya gitmiş. Rehberimiz “Hükümet bize ne yapsın ki, vergi vermiyoruz, sürekli yardım alıyoruz ama durumumuz değişmiyor. Biz davranış ve yaşam tarzımızı değiştirmedikçe bu halimize çare yok” diyor. Onun çocuğunun okula gidip gitmediğini soruyoruz. “Mecbur okuyacak o başka şansı yok” diyor. En azından onun çocuğunun daha iyi bir gelecek şansı, annesi bilinçli olduğu için, yüksek gibi duruyor. Mahallenin okulunu, bakkalını, berberini ziyaret ediyoruz ve otobüsün durağına geri yürüyoruz. Rehberimiz otobüs gelip bizi alana kadar yanımızda bekliyor. Hemen yan taraftaki futbol sahasının buradaki delikanlılar için nasıl bir umut kaynağı olabileceğini tahmin etmek zor değil. Ancak pek çoğu okula, spora veya sanata yönlenmek yerine uyuşturucu ve sekse saplanıp kalmayı seçiyor. Neden diye düşünürken Sultan veriyor doğru cevabı: “Serra Abla bu perişanlıkta yaşamaya uyuşturucu olmadan nasıl dayanabilir ki insan” diyor. Haklı Sultan, ancak algının çarpıtılması ve gerçekliğin farkına varamayacak bir kafa katlanabilir bu hayata.           
Camps Bay’de iniyoruz otobüsten, canımız başka bir şey yapmak istemiyor. Plajda gölge bir ağaç altı bulup havlularımızı serip oturuyoruz. Uzun süre hiçbir şey konuşmadan kitap okuyoruz. Akşam olurken tekrar otobüse binip Waterfront’a dönüyoruz. Hediye olarak verilen günbatımı turuna katılıp bir kez daha güneşi Sinyal Tepesinden Atlas Okyanusuna batırıyoruz. Bu kez denizin üzeri bulutlarla kaplı, gemiler bile görünmüyor.

Ertesi günün programında ilk durağımız Waterfront’taki İki Okyanus Akvaryumu (Two Oceans Aquarium). Kişi başı R125 ödeyerek b urayı ziyaret edebiliyorsunuz. Buradaki su altı dünyasının zenginliğini gösteren iyi bir akvaryum burası. Çok güzel planlanmış. Tabii ki en etkileyici bölümlerinden birisi köpekbalıklarının bulunduğu akvaryumlar.



Kaplumbağalar da dikkat çekici

Çok büyük burası, su altının tüm sakinlerinin yaşadığı birçok akvaryum var. Bu bağlamda çok görülesi bir yer. Özellikle çocukların çok ilgisini çekiyor. Biz de beğeniyoruz. Yeri gelmişken belirtelim Cape Town’un ilgi çeken turist atraksiyonlarından birisi Köpek Balığı dalışı. Kafesle dalıyorsunuz ve köpek balığını kanla kafese doğru yönlendiriyorlar. Açıkçası kafes içinde böyle bir dalış bizim ilgimizi çekmiyor. Meraklıları için belirtelim bu dalışlar için biletlerinizi internet üzerinden veya Long Street 81 numaradaki turizm bürosundan temin edebilirsiniz. Aynı ofisten iki okyanus üzerinde helikopter turu da satın almanız mümkün. Tüm bunlar makul fiyatlara alınabiliyor. Bizim ilgimizi çekmeyen ama turistlerin çok tercih ettiği bir başka tur Robben Adası turu. Robben adası uzun yıllar Nelson Mandela’nın hapis yattığı ada. Buradaki hapishane şimdi müze. Yarım gününüzü ayırıp bu geziyi yapmanız mümkün. Bizde çekici çağrışımlar uyandırmıyor bu ada hapishanesi ve gitmemeyi tercih ediyoruz. 
Akvaryumdan çıkınca sırada şehrin merkezindeki pazar yeri (Green Market Square) var. Artık otobüs turlarımız sona erdi. Ama şehri de oldukça iyi öğrenmiş durumdayız. Yürüyerek gidiyoruz şehir merkezine. Pazar yeri çok zengin, el yapımı çeşit çeşit hediyelik eşyalar mevcut. Söylenen fiyatın yarısı ile beşte biri arasında bir fiyata satın alabiliyorsunuz istediklerinizi, o yüzden pazarlık yapmalısınız. Fiyatlar çok ucuz gerçekten ve çok renkli bir pazar burası. Bize buraları hatırlatacak birkaç küçük hatıra ve birkaç hediyelik eşya satın alıyoruz.


Pazar yerinde epeyce dolaştıktan sonra öğle yemeğimizi Long Street’te yerel Afrika yemekleri sunan Mama Afrika restoranında yiyoruz.

Yeri gelmişken bir gözlemi daha aktaralım. Buralar suç oranı yüksek yerler olduğu için bazı dükkânların, restoranların kapılarının demir parmaklıkları kilitli duruyor. Zile basıp bekliyorsunuz. İçeriden tipinize bakıp beğenirlerse açıyorlar. Mama Afrika’da da böyle oluyor. Restoranın dekorasyonu ilgi çekici ve oldukça renkli.


Buralara özgü yemeklerden sipariş ediyoruz. Ancak pek bizim damak tadımıza uygun bulmuyoruz. Yine de buralara kadar gelmişken yerel yemekleri yemedik dememiş oluyoruz böylece. 



Yeri gelmişken belirtelim buradaki tüm marketlerde Biltong adı verilen kurutulmuş etler satılıyor. Bunlar tıpkı Teksas’taki Beef Jerkey’lere benziyor. Oldukça leziz bir atıştırmalık. Aklınızda bulunsun. 
Yemekten sonra otelimize uğrayıp aldıklarımızı bırakıyoruz ve bu kez See Point tarafına doğru yürüyüşe çıkıyoruz. Buradaki yürüyüş ve bisiklet parkurları gerçekten çok çekici. Pek çok kişi de spor yapmakta. Sahil boyundaki bu kocaman gözlük Nelson Mandela’nın uzun yıllar hapis yattığı Robben Adasına bakıyor.


Bir de buradaki plajlar ağaç gibi yosunlarla dolu. Onu da göstermiş olalım.

Yine farkında olmadan kilometrelerce yürümüşüz. Akşamüstü Ali Bey’in dükkânını da ziyaret ediyoruz. Derli toplu, tertemiz, bizim alışık olduğumuz markalarla dolu sevimli bir yer burası.


Yine çok yorgun dönüyoruz otelimize. Bir günümüz daha var. Onda da Green Point Stadyumunun yanında kurulan Green Point Pazarını ziyaret ediyoruz. Burası dev bir bitpazarı; kılık kıyafetten tutun da ev eşyasına, yiyecek ve içecekten çiçeğe kadar her şey satılıyor burada. Oldukça kalabalık.
 




Sonra Waterfront’a dönüp buradaki çarşıları geziyoruz. Waterfront’taki güzel restoran ve kafelerde yiyip içip son günümüzü geçiriyoruz. Biz hep yürümeyi tercih ediyoruz ama yeri gelmişken buradaki taksilerin devlet tarafından sıkı denetlenen güvenilir taksiler olduklarını, ücretlerinin de kilometre başına R8-10 civarında olduğunu belirtelim. Havaalanına tek bir taksi firması çalıştığı için havaalanına taksi ile gidecekseniz otelinizden yardım almalısınız. Havaalanı şehir merkezine yaklaşık 20 km uzaklıkta bulunuyor. Ancak bizim için bunlara gerek kalmıyor çünkü akşamüzeri Ali Bey gelip bizi otelimizden alıp havaalanına bırakmak konusunda ısrar ediyor. Memnun oluyoruz.
O kadar alışmışız ki tekrar kış mevsimine geri dönmek ve bu sıcak, renkli kıtayı bırakıp gitmek zor geliyor. Hani bizi bekleyen güzel ülkemiz, güzel şehrimiz ve güzel insanlarımız olmasa kalabiliriz sanki burada. Vedalaşıp ayrılıyoruz dünyanın öbür ucundaki bu güzel şehirden, ne mutlu ki yüzümüzdeki gülümseme hiç eksilmeden.
 
Dünyanın diğer ucunda harika bir iki hafta geçiriyorum. Bu gezinin bu kadar rahat ve güzel olmasını sağlayan kişilere teşekkür etmenin tam zamanı. Öncelikle bu geziyi yapmak konusunda ısrarcı olan ve tıpkı soyadı gibi hiç üşenmeyen ve bana iyi bir yol arkadaşı olan Sultan Üşenmez’e, kendisi yoğun iş temposu nedeniyle bize katılamayan ama hep destek veren eşim Vedat Öncel’e, gezimizin planlama aşamasında ve gezimiz boyunca bize içten desteklerini, ilgilerini ve misafirperverliklerini sunan Burhan Aydın Albay ve eşine, H.İbrahim Ertan Yarbay ve eşi diş hekimi Tülin Hanıma, Johannesburg Sandton Radisson Blu otel müdürü Volkan Vural Bey’e, yazılı planlama yapma ve uygulama konusundaki derin eksiklerinden ötürü bize hayal kırıklıkları yaşatmış olsa da bizi uzak diyarlarda güvenle gezdiren Johannesburg’taki rehberimiz Göktay İkizler Bey’e, Cape Town’da bizi kendi misafiri kabul eden ve içtenliği ile kendisine hayran bırakan Ali İzzet Coşkuner Bey’e yürekten teşekkürlerimi ve sevgilerimi iletiyorum. Siz olmasaydınız bu gezi bu kadar güzel olmazdı ve bu şekilde dile gelmezdi.