Yol arkadaşım Sultan Üşenmez ile 2016
yılının ilk aylarında gerçekleştirdiğimiz Güney Afrika seyahatimizin ikinci
durağı buraların en turistik şehri Cape Town. Cape Town’a gitmek için
Johannesburg’tan Afrika Kıtası gibi oldukça renkli bir uçakla 3 saat kadar
uçup, 1800 m rakımdan deniz seviyesine iniyoruz.
Güney Afrika Cumhuriyetinin
yasama başkenti olan Cape Town Afrika Kıtasının neredeyse en güney ucunda yer
alıyor. Uçakla yaklaşırken Masa Dağı (Table Mountain), Sinyal Tepesi (Signal Hill)
ve Aslan Başı (Lions Head) Tepesini görüyoruz. Harika koylarla çevrili bir
liman kenti burası. Şehrin denizi kucaklar tarzdaki oturuşu ve sanki otururken
sırtını Masa Dağına yaslamış, bir kolunu Aslan Başı’na diğerini Şeytan Tepesine
(Devil’s Peak) dayamış izlenimini vermesiyle Feng Shui’ye çok uygun olduğunu bir
yerlerde okumuştum. Belki de bu yüzden bu kadar güzel bir şehir burası ve
insanın içine huzur üflüyor. Havaalanına iner inmez aylardan Şubat olduğu için
35 ºC’lik bir hava
sıcaklığına kavuşuyoruz ve iliğimiz kemiğimiz ısınıveriyor.
Havaalanında Ali Bey elinde
bayrağımızın kırmızı beyaz renkleriyle isimlerimizin yazdığı bir tabletle
karşılıyor bizi. Kendisi sekiz yıldır Cape Town’da yaşayan, buradan evli ve kendisine
ait Türk ürünleri satan küçük bir işletmesi olan bir girişimci. Buraya gelmeden
önce askeri ataşemiz vasıtasıyla kendisiyle iletişime geçmiştik. Ali Bey
şehirde uzunca bir oryantasyon turu atmamızı sağlayıp sonrasında bizi otelimize
kadar götürüyor. Kendisiyle 2 gün daha birlikte olacağız ve bizi arabasıyla
gezdirecek. Bu organizasyon için minnettarız kendisine zira daha önce
Johannesburg yazımda belirttiğim gibi soldan akan trafikte araç kullanmak
oldukça güç, alışkanlıklarınızı unutmanız gerekiyor, o kadar uzun yıllara
dayanan alışkanlıkları birdenbire unutmak ise hiç kolay olmuyor. Benim
özellikle kavşaklarda nereye bakmam gerektiği konusunda kafam karışıveriyor. Bizi
Ali Bey almasaydı Cape Town Havaalanından şehre 20 dakikada bir kalkan
otobüsler ile gelmek mümkün olabilirdi. Ancak biz buna gerek kalmadan gayet
keyifli bir yolculukla, üstelik Ali Bey’in kendi öyküsünü ve onun yaşadığı Cape
Town’u ondan dinleyerek geliyoruz şehre.
Kocaman bir şehir Cape Town, 4
milyon insan yaşıyor. Tıpkı Johannesburg’ta olduğu gibi burada da şehir yaşayanların
ırklarını temel alan mahallelere ayrılmış durumda ve her mahallenin karakteri
ayrı. Ünlü Hollywood artistlerinin de aralarında bulunduğu çok zengin
beyazların yaşadığı Marina evlerinden veya çok varlıklı ailelerin geniş
araziler üzerine inşa ettikleri bağ ve çiftlik evlerinden tutun da, bu evlerde
hizmetçilik yapan siyahların ulaşım masrafını kısabilmek için bu evlere yakın
ama rüzgârlı alanlara inşa ettikleri bizdeki gecekondu karşılığı “Township”
lere kadar geniş bir yelpaze mevcut. Din tercihleri de mahallelerin
ayrılmasında etkili olmuş gibi görünüyor burada, Yahudilerin yerleştiği deniz
kenarındaki rüzgârsız koylar ve Müslüman nüfusun yaşadığı şehir merkezindeki
Bo-Kaap bölgesi buna güzel örnekler. Bu cümleden tahmin edebileceğiniz gibi
Cape Town’da bir arsanın ederini belirleyen en önemli unsur rüzgâr alıp
almaması. Coğrafya derslerinden hatırlayacağınız meşhur Fırtınalar Burnunun
burada oluşundan anlayacağınız üzere buranın rüzgârı çok şiddetli olabiliyor.
Hatta herkesin başındaki şapkaları uçurduğu için ve hatta bir zamanlar şehir
kendi başına uçan şapkalarla dolu olduğu için şehrin adı Cape Town (Şapka-Kep
Şehri) olmuş diyorlar.

Bizim otelimiz Waterfront bölgesinde. Burası şehrin
liman bölgesi, beyazların yaşadığı, hatta bol yıldızlı otel zincirleri, deniz
manzaralı lüks restoranları ile meşhur, büyük alışveriş merkezlerine neredeyse buraların
tüm turistik özelliklerini kapsayan bütün Güney Afrika’nın küçük bir maketini kurdukları
bir yer. V&A Waterfront olarak geçiyor. “V” İngiliz Kraliçesi Victoria’yı sembolize
ediyor, “A” ise sanılanın aksine 42 yaşında tifodan ölen ve kraliçe
Victoria’nın o tarihten sonra hep siyahlar giyerek yasını tuttuğu eşi Prens Albert’i
değil, 1860 yılında buraya gelerek bu limanın inşa edilmesi için ilk taşı suya
atan Victoria’nın ikinci oğlu Alfred’i simgeliyor. Çok ta önemli değil aslında
ama öğrenmişken paylaşayım dedim. Tahmin edebileceğiniz gibi özellikle
Waterfront bölgesi otellerin dekorasyonu, antika eşyaları, duvardaki tablolar,
porselen takımlar ve hatta buradaki tüm otel lobilerindeki beş çayı sunumları
ile İngiliz kültürünü taşıyor. Johannesburg’tan bana göre kültürel anlamda en belirgin
farklılık bu. Şehrin diğer bölümlerini dolaştıkça bu şehirde Afrika, Hollanda
ve İngiliz kültürlerinin harmanlandığını görüyorsunuz.


Aslında Güney Afrika’nın beyaz
adamla tanıştığı yer Cape Town. Bu tarihsel sürece kısaca göz atmak bölgeyi anlamak
için yararlı olacaktır. 1488'de Portekizli kâşif Bartelemeu Dias tarafından
keşfedilen Cape Town önce Boerler ve sonra İngilizlerin eline geçmiş ve 1652
yılında Güney Afrikadaki ilk Avrupa yerleşimi burada oluşmuş. Hollandalı Jan
van Riebeeck'in Hollanda Doğu Hindistan Şirketi adına Ümit Burnu yolunu
kullanan gemilerin mola verebilecekleri ve gereksinimlerini
karşılayabilecekleri bir istasyon amacıyla ilk Avrupalı yerleşimi 6 Nisan 1652
tarihinde gerçekleşmiş. O dönemde bu bölgede yaşayan Khoikhoi yerlileri
başlangıçta beyaz adamın sadece deniz kenarına sınırlı yerleşimine ses
çıkarmamış hatta beyaz adamla ticaret yaparak Avrupa’dan gelen bıçak, makas,
tel gibi modern! aletleri alma ve kullanma şansı elde etmiş. Karşılığında verilenler
ise beyaz adamın bu topraklara iştahını kabartmış görünüyor ki 17. ve 18.
Yüzyıllarda Khoisan topluluğunun boşalttığı batı kısımlarda artan Avrupalı
yerleşimi 1770’lerde doğuya doğru da yayılıp Bantu kabilesinin sınırlarına
dayanmış. 1779 ile 1879 yılları arasında Avrupalılar ile yerli halk arasında “Sınır
Savaşları” adı verilen toplam dokuz savaş yaşanmış. Bu bölgeye yerleşen
Hollandalılar bölgeye Endonezya, Madagaskar ve Hindistan’dan birçok köle
getirmişler, neticede köle nüfusu beyaz nüfusunu aşmış. Köleler ile beyazların
nesillerinden ise renkliler (coloured) olarak adlandırılan ırk üremiş.
Avrupalı beyaz adamın bölgeye
medeniyet getirdiğini düşünenlerin Sarah Baartman’ın hazin öyküsünü okumalarını
öneririm (http://www.duyguguncesi.net/?p=7248).
Elbette her gelen beraberinde savaş ve kaos getirmemiş bu topraklara. Buna en
güzel örnek ne mutlu ki bizden. Ebubekir Efendi. Bu konuya daha sonra yeri
geldiğinde değinelim.
Avrupa’da Napolyon Hollanda’yı
işgal ettiğinde bölgedeki Hollanda hâkimiyeti azalmaya başlamış ve bölge bu kez
Büyük Britanya tarafından işgal edilmiş. Pek çok olay var arada ama neticede İngiltere
Ümit Burnu bölgesini 1806’da sürekli koloni bölgesi ilan etmiş, Sınır
Savaşlarında Xhosalara karşı kazanılan zaferler ile işgal iç bölgelere doğru
ilerlemiş. Değişik gruplar, gelenler gidenler derken bu bölgede irili ufaklı
Boer yerleşimleri ve devletleri oluşmuş. Sonrası malum 1867'de elmasın, 1886
yılında da altının bulunması ile bölgeye Avrupa kıtasından büyük bir göç
dalgası olmuş. Bu göç dalgası, ucuz işçi ihtiyacı ayrımcılık ve sömürüyü
körüklemiş. I. Boer Savaşı ile Britanya'nın genişleme politikalarına karşı
Boerler ile İngilizler arasında 1880-1881 yıllarında yaşanmış ve Boerlerin
üstünlüğü ile neticelenmiş. 1899 yılında itibaren başlayan II. Boer Savaşı'nda Boerlerin
Almanya ile ittifak arayışlarına karşın bölgeye daha fazla destek kuvvet sevk
eden Britanya, 1902 yılına kadar süren savaşı kazanmış ve son Boer
cumhuriyetlerini de işgal etmiş. II. Boer savaşının bitiş gününün sekizinci yıl
dönümünde 4 yıl süren müzakereler sonucunda bölgede bulunan dört Britanya
kolonisi olan Burun Kolonisi, Natal Kolonisi, Transvaal Kolonisi ve Oranj Nehri
Kolonisi bir araya gelerek kendi kendine yönetebilen Güney Afrika Birliği
dominyonunu oluşturmuşlar.
II. Dünya Savaşı'nın sona ermesi
sonrasında ülkede azınlıkta olan beyazlar, hâkimiyetlerini Nasionale Parti
önderliğinde genişletmiş, Apartheid politikalarını uygulamaya koymuşlar. Özetle
Apartheid politikaları ile beyaz Avrupalılar dışında kalan siyahiler, renkliler
ve Asya kökenliler birçok engele maruz bırakılmış ve bazıları zorla göç
ettirilmiş. Bu dönemi çeşitli görsellerle çok güzel şekilde anlatan Apartheid
Müzesi izlenimlerini Johannesburg yazımda bulabilirsiniz.
1960'lı yıllarda ciddi bir
ekonomik kalkınma yaşayan ülke gelişmiş ülke statüsüne kavuşmuş. Bu bağlamda
Afrika kıtasında tek. Neyin gelişmişlik olduğu tartışılabilir olsa da bu
süreçte ülke genelinde dış yatırımlar gerçekleştirilmiş, birçok yurt dışı
kökenli firma ülkede fabrika kurmuş ya da var olan fabrikalara ortak olmuş,
kısacası küreselleşme bölgeye el koyarken ileriyi görebilen ve hesaplayabilen
ülkeler bundan çıkar elde etmeyi başarmışlar. Bu dönemde bölgedeki yatırımların
ve kazanımlarının sadece beyazların refahı için kullanılmış olduğunu ve gelir
dağılımındaki adaletsizliğin tırmandığını belirtmeye gerek yoktur sanırım. Başta
Afrika ve Asya üye ülkelerinin baskıları sonucu Güney Afrika üyesi olduğu
İngiliz Milletler Cemiyeti'nden 1961 yılında ihraç edilmiş, tekrardan birliğe
alınması ise 33 yıl sonra 1994 yılında gerçekleşmiş. 1960 yılındaki
referandumla halk dominyon olmak yerine cumhuriyet olmayı seçmiş ve 1961’de
Güney Afrika Birliği adı Güney Afrika Cumhuriyeti olarak değişmiş. Sonrasında
1976 yılındaki Soweto ayaklanması (Soweto uprising) ve Apartheid döneminin
sonlanması konularını ayrıntılı olarak Johannesburg yazısında bulabilirsiniz.
Günümüzde Güney Afrika
Cumhuriyeti çok partili bir siyasi sisteme sahip olup, başkanlık sistemi ile
yönetilmekte. Ülkenin başkentinin
belirlenmesi sürecinde illerden birinin mağduriyet yaşamaması için üç farklı
başkent belirlenmiş, bu bağlamda Pretoria idari başkent, Cape Town yasama
başkenti ve Bloemfontein'de adli başkent ilan edilmiş, Natal Kolonisi'nin de
başkenti konumunda olan Pietermaritzburg'da herhangi bir başkent görevi
verilemediği için maddi tazminat verilmiş.
Planlamalarımızı yapıyoruz, ilk
hedefimiz Cape Point ve Ümit Burnu olacak. Bunun için sabah erkenden uyanıp Ali
Bey’le birlikte yola çıkıyoruz. Harika bir yoldan kıyı şeridini takip ederek
güneye doğru iniyoruz. Sağ yanımızda Atlas okyanusu sunduğu harika manzaralar
ile bize eşlik ediyor. See Point ve Green Point üzerinden meşhur Clifton
Plajlarına varıyoruz. Buralar varlıklı beyazların oturduğu bölgeler. Burada bir
araç park yeri satın almak için bile şehirdeki bir ev parasından fazla para
ödemeniz gerekiyor. Bazı arabaların iyi manzarası var gerçekten.
Genel görüntü olarak buraları
Fransa’nın güneydoğu kıyılarına Cote D’Azur bölgesine benzetiyorum. Sonradan
daha ekonomik olduğu için Cote D’Azur’da geçen film senaryolarının burada
çekildiğini öğrendiğimde yönetmenler dâhil pek çok kişinin benimle aynı fikirde
olduğunu anlamış oluyorum. Görüntü aynı ama hissiyat farklı. Burada zaman zaman
çok rahatsız edici olabilen rüzgâr var ve deniz gerçekten buz gibi. Bunu Hout
Bay’deki Mariner’s Wharf’ta ilk molamızı verip ayaklarımızı suya sokmaya
kalktığımızda anlıyoruz. Suyun sıcaklığı 9ºC.
Evet yanlış okumadınız, dışarısı 35ºC,
Şubat ayındayız yani burada yaz mevsiminin orta yeri, bizdeki Temmuz yani ama
su 9ºC. Elbette yüzebilen
yok. Bırakın yüzmeyi dalgalar ayaklarımıza vurduğunda tüm vücudumuz ürperiyor.
Yaz aylarında güney kutbundaki buzulların erimesi ile akıntı ve rüzgârların bu soğuk
suları Cape Town sahillerinin Atlas Okyanusu tarafına taşıması sonucu deniz
suyu sıcaklığı daha da düşüyormuş. Ne tuhaf değil mi, kışın deniz daha sıcak
oluyormuş burada. Bir terslik daha var, daha iyi ısınan ve daha çok güneş alan
dolayısıyla daha makbul konumdaki evler bizdeki gibi güneye bakanlar değil,
kuzeye bakanlar. Mantıklı aslında ama alıştığımızdan farklı olduğu için ilginç
geliyor bize. Ha tabii bir de rahmetli Barış Manço’dan öğrendiğimiz Güney
Yarıkürede olan tüm ülkeler için geçerli olan lavabo deliğinden suyun akması
sırasında bizim alıştığımızın tam tersi yönde dönmesi olayı var. Brezilya’ya
ilk gittiğimde de denemiştim bunu, yine deniyorum ve yine gülümseyerek ve Barış
Manço’yu anarak seyrediyorum suyun dönerek akışını. Camps Bay’den Hout Bay’e
kadar bize eşlik eden manzaraları paylaşayım biraz sizlerle.
Mariner’s Wharf’tan yola çıkıp Chapman’s Peak Drive’dan güneye
doğru seyahat etmek gerçekten çok keyifli. Müthiş bir manzara eşliğinde nasıl
yapmışlar bu yolu dedirten bir yoldan geçerek ilerlemeyi sürdürüyoruz.
Bisikletçiler ve koşucular
görüyoruz yolda, onlar için bulunmaz bir parkur elbette burası. 9 km
uzunluğunda harika bir yol Chapman’s Peak Drive.
Ali Bey’le birlikte bir
fotoğrafımızı çektiriyoruz burada
Ne güzel plajlar değil mi? Ama
hiç yüzebilen yok. Clifton’da veya Camps Bay’de sörf yapanlar var ancak pek
çoğu neoprenler ile giriyor suya. Aksi halde suyun içinde çıplak bedenle uzun
süre durabilmek imkânsız. Yerlilerden tuhaf biçimde sörf yapanlar dikkatimizi
çekiyor, ellerinde bir sopayı kürek gibi kullanarak ve sörf tahtasının üzerinde
ayakta durarak dalgayı bekliyorlar. Dalga gelince sörf yapıp buz gibi suya
düştükten sonra yine sopalarını ellerine alıp tahtanın üzerinde ayağa kalkıp
yeni dalgayı bekliyorlar. Üstelik üzerlerinde kouma giysisi de yok. Bu soğuk
suya dayanmanın yolu sörf tahtasının üzerinde ayakta durup, suya dokunmamak ve
bu sırada yakıcı Afrika güneşinden ısınmak olmalı diye düşünüyoruz. Bir sonraki
durağımızda Chapmans Bay’i arkamıza alıp kendimizi fotoğraflıyoruz.

Bu da aynı bölgenin havadan çekilmiş bir görüntüsü
Simon’s Town’a gelmeden önce Mineral
World’de duruyoruz. Birçok yarı değerli taşın işlendiği bir yer burası.
Dilerseniz burada bir yürüyüş yolunda yere saçılmış olarak duran yarı değerli
taşlardan beğendiğiniz taşları kendiniz toplayıp satın alabiliyor, dilerseniz
bu taşların işlenme süreçlerini izleyebiliyorsunuz. Biz de kendimize birer
deniz taşı alıyoruz, üzerinde balık ve istiridye fosili var. Diğer taşlar İzmir’de
Kemeraltında da bol bol bulunduğundan çok ilgimizi çekmiyor ama bu fosilli
deniz taşları ilginç gerçekten.

Bir sonraki durağımız Simons Town. Burası bir kıyı kasabası. Denizcilerin üssü ve okulu buraya canlılık getirmiş, pek çok deniz subayı görüyoruz kasabada. Burada mola verip deniz ürünlerinden güzel bir öğle yemeği ziyafeti çekiyoruz kendimize. Deniz ürünlerine dair fikrimi soracak olursanız balıklarda bizdeki lezzet yok ama karides, kalamar, istakoz ve midyeyi değişik şekillerde sunuyorlar ve oldukça leziz. Üstelik fiyatların inanılmaz derecede makul olduğunu da belirtelim.
Simons Town’da bir önemli ziyaret
noktamız daha var; Penguin Colony. Penguen parkı Boulders Plajı üzerinde yer
alıyor. Granit kayalardan sınırları olan, adını buradan alan bu plaj Afrika
penguenlerinin 1982’den beri yaşam alanı. 2000’den fazla penguen ve birçok kuş
burada koruma altında yaşıyor. Burası bir milli park ve Table Mountain National
Park’a ait. Tıpkı Cape Point ve Ümit Burnu gibi. Burada 540 milyon yaşındaki
granit kayalarla çevrili nispeten korunmuş ve daha ılık plajlarda penguenlerle
birlikte yüzmeniz mümkün. Penguenlerin en iyi gözlendiği Foxy plajı yeni
yapılmış yürüyüş yolları ile önemli bir turist çekim alanı. Bu parkı yaz
aylarında saat 8-18.30 arasında 60 rand (R60) karşılığında ziyaret
edebiliyorsunuz. Johannesburg yazımızda da belirttiğimiz gibi 5 rand 1 TL’ye
karşılık geliyor. Bu sevimli hayvanlarla birlikte zaman geçirmek, onların
arasında dolaşmak, fotoğraflarını çekmek gerçekten paha biçilmez bir deneyim.
Biz de Happy Feet filmini
anımsayıp penguenlerle birlikte mutlu ayaklarımızın fotoğrafını çekiyoruz
Bir sonraki durağımız yolumuzun üzerindeki Devekuşu Çiftliği (Cape Point Ostrich Farm). Burada devekuşlarını yakından görmeniz, onları elinizle beslemeniz mümkün. Burayı gezmek için herhangi bir ücret ödemenize gerek yok. Hediyelik eşya dükkânı ise oldukça zengin. Devekuşundan ne çok malzeme üretilebiliyormuş bunu görmek şaşırtıcı. Ancak hiç birini kendimize uygun bulmuyoruz. Yine de bir iki fotoğraf çekiyoruz.
Çiftlikte dolaşırken babunlarla
karşılaşıyoruz. Buralarda babunlar doğal yaşamın bir parçası. Ancak sevimli
görüntüleri ve keskin zekâları ile çekici görünseler de neticede vahşi hayvanlar.
Elinizdeki poşetlerde yiyecek bulabilmek ümidiyle saldırmaları ve sizi ısırmaları
çok olası. O yüzden her yerde onlara yanaşmamanız ve onları beslememeniz
konusunda uyarılar var. Çiftçilerin ve ev sahiplerinin ise kâbusu bu hayvanlar.
Çünkü evlere girmek konusunda hırsızlar kadar yetenekliler. Oldukça da hızlılar
doğrusu. Biz fotoğraflarını çekene kadar kayboluyorlar.
Artık Cape Point için hazırız.
Burası Afrika Kıtasının en güneybatı ucu. Sanıldığı gibi en güney ucu değil,
yine sanıldığı gibi bu burnun ucundan denize bakınca solumuz Atlas Okyanusu
sağımız Hint Okyanusu olmayacak ama gibi olacak :) Onun tam olarak
gerçekleştiği coğrafi nokta Agulhas burnu (Cape Agulhas) ve bulunduğumuz
noktaya 200 km uzaklıkta. Harita ile gösterelim, Cape Point solda, Cape Agulhas
ise sağda:
Cape Point ve Ümit Burnu (Cape of
Good Hope)’na girerken yeniden milli park giriş ücreti ödüyoruz. Bu kez kişi
başı R125. Cape Point’e aracımızla ilerlerken gözümüz yine babunlarda ama
çıkmıyorlar karşımıza. Buraları gezmek için seçtiğimiz bu gün hava oldukça rüzgârlı.
Bu nedenle Cape Pointteki funiküler çalışmıyor. Deniz fenerinin olduğu noktaya
kadar merdivenlerden tırmanmak zorunda kalıyoruz. En son böyle bir eforu Çin
Seddine tırmanırken harcamıştım. Tepeye vardığımızda manzara müthiş. Ancak
rüzgârdan fotoğraf makinesini tutmakta zorlanıyoruz. Aşağı uçuvermek işten bile
değil.
Tepeden geldiğimiz yola baktığımızda kendimizle gurur
duyuyoruz. Alttaki fotoğrafta aracımızı park ettiğimiz noktayı görebiliyor
musunuz? Üstelik tüm gün yaptığımız bütün yürüyüşler sonrası. Adım sayarımız 18
bin adım saymış bile.
En tepeye vardığımızda arkamızda geldiğimiz yola bakıp zafer
bizim! diyoruz. Buraları keşfeden ve buralara gelmeye cesaret eden denizcilere
sonsuz saygı duyuyoruz doğrusu. Bu çılgın denizde gemileri yüzdürmek gerçek bir
denizcilik marifeti olmalı.

Rüzgârdan serseme dönmüş şekilde fotoğraflıyoruz buraları.
Şehre geri dönüşümüz neredeyse 2
saatimizi alıyor. Bugün gerçekten dünyanın öbür ucunu görmüş olmanın
mutluluğuyla hâlâ rüzgârdan sallanıyormuş gibi hissederken erkenden derin bir
uykuya dalıyoruz.
Ertesi günün ilk durağı Masa Dağı
yani Table Mountain. Genelde tepesi bulutlarla kaplı olan bu dağ bugün bize harika
bir şehir manzarası sunacak çünkü pırıl pırıl bir güne uyanıyoruz ve tek bir
bulut bile yok gökyüzünde. Rüzgâr da dinmiş şansımıza. Ama bunun getirisinin
çok sıcak bir hava ve güneş yanığı olabileceğinin farkındayız. O yüzden bolca
güneş koruyucu krem sürüyoruz.
Teleferikle çıkıyoruz yukarıya. Teleferikle
gidiş dönüş için kişi başı R240 ödüyoruz. Kendi çevresinde tam bir tur atarak
çıkıyor teleferik kabinleri. Çıkarken bile büyüleniyoruz bu güzel manzaradan. Yukarıdaki
manzara ise eşsiz. Dört bir yanda Cape Town var.
Birbirinden güzel fotoğraflar
çekiyoruz, tüm parkuru baştanbaşa dolaşıyoruz. Burası gerçekten harika bir yer.
Buradaki bitki örtüsünün adı Cape Fynbos ve tahminen 2200 civarında bitki türü
bu dağda yaşıyor. Masa Dağı yaklaşık bin metre yüksekliğinde bir dağ, üzeri
dümdüz. Burası bir milli park. Zengin bitki örtüsünün yanında zengin bir fauna
yani hayvan çeşitliliğine de ev sahipliği yapıyor. Dağın batı yakasında Twelve
Apostles (12 havariler) tepelerini görüyorsunuz. Sayıları 12’den fazla ama
adını öyle koymuşlar işte. Şansımıza hava harika nerdeyse Ümit Burnuna kadar
görüşümüz var. Ve tabii ki burada da Şeytan Tepesi var. Masa dağının tepesinden
eksik olmayan bulutlara masa örtüsü diyorlar. Buna ait pek çok efsane var.
Şeytanla pipo içme yarışına girmiş inatçı kaptanın hikâyesi en çok aklımda
kalan oluyor. Soğuk okyanus sularının sıcak kıyılarla buluştuğu noktada dağın
tepesinin çoğu zaman bulutlarla kaplı olması oldukça anlaşılır bir durum olduğu
gibi şehrin havası için de oldukça sağlıklı koşullar ürettiği söylenebilir.
Masa dağı ziyaretimiz yarım
günümüzü alıyor. Aşağı indiğimizde bu kez rotamız şehir merkezindeki Bo-Kaap
bölgesi. Burası şehrin Müslüman nüfusunun yaşadığı bölge. Renkli evleri ile
dikkat çekici.
Anlatılana göre bir zamanlar kölelerin renkli giymelerine izin
verilmez, tek renk kıyafet ile dolaşırlarmış. Köleliğin kalkmasından sonra
kendilerine yaptıkları evleri tepki olarak rengârenk boyamışlar bu yüzden.
Buradaki çok renkliliğin nedeni buymuş.
Bo-Kaap’ta renkli sokaklarda
dolaşıyor buraları fotoğraflıyoruz. Eğer buralara özgü Malay yemeklerini
kendiniz pişirmeyi seviyorsanız size gereken baharat karışımlarını Bo-Kaap’taki
Atlas mağazasından alabilirsiniz. Yazık ki biz uğradığımızda mağaza buradaki
bir başka caddeye taşınıyordu ve kapalıydı. Yeri gelmişken belirtelim buradaki
restoranlarda baharatlı bol körili Malay yemeklerini tatmanız mümkün.
Burada bir başka önemli durağımız daha var. Ebubekir Efendi’nin mezarı.
Kimdir Ebubekir Efendi kısaca
özetleyelim. 1800'lü yıllarda Hindistan ve Malezya'dan Cape Town’a gelen veya
getirilen Müslümanlar İngiliz yönetimi altında burada kendi dinlerinin
uygulamaları konusunda ciddi farklılıklar ve tartışmalar yaşamaktadır. Bu tartışmalar
neredeyse bir iç savaşa neden olacak şiddete erişince burada yaşayan
Müslümanlar, aralarında bir komisyon oluşturarak bölgenin İngiliz valisine
giderler ve İngiltere Krallığı aracılığı ile dünya Müslümanlarının lideri
olarak gördükleri Osmanlı Devleti'nden ve Müslümanların halifesinden, İslam'ı
asli şekliyle anlatıp aralarındaki anlaşmazlığı giderecek bir din âlimi
isterler. Bunun üzerine Kraliçe Viktorya, Sultan Abdülaziz'den Cape Town'a bir
müftü göndermesini ister. Sultan Abdülaziz, durumdan haberdar olur olmaz, o
sıralarda Bağdat'ta görev yapan Ebubekir Efendi'yi 1862 yılında Güney Afrika
Müslümanlarının eğitim ve dini meselelerini yerinde görmek ve onlara rehberlik
yapmak üzere gönderir. Ebubekir Efendi öğrencisi Ömer Lütfi ile birlikte 17 Ocak
1863'te Cape Town'a varır. Ebubekir Efendi buradaki Müslümanların dini kulaktan
dolma uyguladıklarını, içlerinden biri Hacc'a gittiğinde buradan
öğrendiklerinin yıllardır uyguladıklarıyla farklı olduğunu dile getirmesinin
tartışmalara yol açtığını tespit eder. Ebubekir Efendi ve Ömer Lütfi ilk etapta
sıkıntılarla karşılaşsalar da birbirine düşman olan Müslümanları barıştırmayı
başarırlar. Ebubekir Efendi bir yandan bunlarla uğraşırken bir yandan da
oradaki bazı menfaat çevrelerinin rahatını kaçırdığı için kendisi aleyhine
gelişmekte olan sıkıntılarla baş etmeye çalışır. Üç yıl sonra Ömer Lütfi Efendi
memlekete geri döner ve Ebubekir Efendi Cape Town’da yalnız kalır. Ebubekir
Efendi herkes tarafından sevilen, sayılan bir İslam âlimi olarak 18 yıl burada
yaşar, burada evlenir ve burada vefat eder. Halen torunlarının torunları Cape
Town’da yaşamaktadır. Bu âlim sayesinde buradaki Osmanlı etkisi artmıştır.
İslam dinini öğretmek için okul açılır, camiler yapılır. Osmanlı etkisi
mimariye de yansır. Ebubekir Efendi’nin tohumlarını attığı bu iletişim
sayesinde Güney Afrikalı Müslümanlar, Osmanlı’nın yaptırdığı Hicaz demiryolu,
Trablusgarp, Balkan ve Kurtuluş savaşları için ciddi yardımlar göndermişlerdir.
Ebubekir Efendi bu topraklara İslam dinini öğretmek için gönderilmiştir ve
görevini son nefesine kadar sürdürmüştür. Kendisi emperyalist olmayan bir
imparatorluğun bir zamanlar var olduğunun en önemli kanıtlarından biridir.
Burada Cape Town Üniversitesi tarih bölümünde doktorasını
yapmakta olan Halim Gençoğlu’nun bugün burada özverili şekilde Ebubekir
Efendi’nin ve buradaki Türk mirasının izini sürüyor olması, burada yaptığı
bilimsel araştırmalar ile bu izi sağlam temellere oturtarak yayımlıyor olması
bizi sevindiriyor ve gururlandırıyor. Çünkü bu miras kendine göre tarih yazan
veya tarihi kendi çıkarları için eğip bükenlerin eline bırakılmayacak kadar
kıymetli. Ebubekir Efendi’ye en azından bunu borçluyuz. Umarım Halim
Gençoğlu’nun burada bir zamanlar Ebubekir Efendi’nin kız okulu açtığı binada
bir Ebubekir Efendi müzesi açma hayali pek yakında gerçekleşir ve biz bir
dahaki ziyaretimizde bu müzeyi de görürüz. Zira buradan gelmiş geçmiş her
toplumun bir müzesi var buralarda. Ayrıca söz uçar yazı kalır. Tarihi
belgeleriyle ortaya koymak ve meraklılarına kolay erişilebilir şekilde sunmak
gerek. Buna gayret edenlere destek olmak ise her aklı başındaki entellektüelin
ve devlet adamlarının görevi olmalı.
Bo-Kaap’tan sonra Cape Town Üniversitesine ve tepede yer
alan anıta doğru kısa bir gezi daha yapıyoruz. Buralar gerçekten çok güzel. Buranın
doğal bitki örtüsüne ait olmayan, sonradan Avrupalılar tarafından getirilen çam
ormanlarıyla kaplı bir tepe burası.
Bir sonraki durağımız buraların
ödüllü şaraplarının üretildiği bağların ve çiftliklerin bulunduğu Stellenbosh
bölgesi. Ali Bey arabasıyla yaklaşık yarım saatlik bir yolculukla götürüyor
bizi bu bölgeye. Burada birbirinden güzel bağlar ve bahçeler görüyoruz. Spier
şarap çiftliğini ziyaret ediyoruz.
Yeşillikler arasında harika
yerler buralar. Afrika’dan çok Avrupa’ya benziyor. Bir sonraki çiftlikteki Lamalar
Avrupa’da değilsiniz demese anlamayacağız nerede olduğumuzu adeta.
Bu çiftliklerde piknik
yapabiliyor, restoranlarında yemek yiyebiliyor ve şarap tadım turlarına
katılabiliyorsunuz. Ayrıca bu tesislerde konaklama imkânı da var. Ayrı bir
dünya burası. Meraklısı burada gece gündüz şarap tadarak haftalar geçirebilir. Ayrıntılı
bilgi için: http://www.wineroute.co.za/
Güney Afrika'da şarapçılığın temellerini, daha önce bahsettiğimiz Hindistan'a
yapılan gemi seferlerine taze gıda sağlamak amacıyla 1652 yılında kurulan 'Dutch
East India' şirketi atmış. İlk bağlar 1655'te dikilmiş, ilk şaraplar da 1659'da
elde edilmiş. 17. yüzyılın sonlarında Fransızların bölgeye yerleşmesiyle kalite
artmış. Denizden kopup gelen nemli rüzgârlar, uygun toprak koşulları, yeteri
kadar güneş ve iklimin kışları ılık oluşu ile kaliteli üzüm için gereken tüm
öğeler mevcut olunca ve tüm bunlar üretimdeki titizlik ve tecrübe ile
birleşince dünyaca ünlü şaraplar çıkıyor ortaya. Yeri gelmişken sadece Güney
Afrika’da yetişen ve buralara özgü üzümün Pinotage olduğunu söyleyelim.
Akşam saatleri yaklaşırken biz
şehre geri dönüyoruz. Gün batımını seyretmenin bir gelenek şekilde yaşandığı
Sinyal Tepesi (Signal Hill) bir sonraki durağımız olacak. Bu tepeden top
atışları yapılarak sinyal verildiği için tepenin adı böyle konmuş.
Buradan gün batımını izlemeye
doyamıyor insan gerçekten. Yerel halk ta piknik malzemelerini ve şaraplarını almış
buraya çıkmış. Herkes hem akşam yemeği yiyor hem gün batımını seyrediyor. Biz
turistler ise bol bol fotoğraf çekiyoruz. Bir günü daha deli gibi gezerek
tamamlıyoruz. Ama elimizde şehir haritası kafamızda ertesi günün programını
yapma çabası var. Kırmızı otobüslerin broşürlerini almıştık yanımıza, onları
inceleyerek planlamamızı yapıyoruz ve yorgun yatıyoruz yine.
Bir sonraki gün artık kırmızı
otobüslerle kendimiz gezmeye başlıyoruz şehri. İki günlük “combo tur” satın
alıyoruz. Kişi başı R280 ödeyerek 2 gün boyunca bu otobüslerle ulaşılabilen tüm
rotaları gezmeye (Kırmızı tur: tüm şehir turu, Sarı tur: downtown turu, Mavi
tur: mini yarımada turu, Mor tur: şarap bahçeleri turu, Turuncu tur: rehberli
yürüyüş turu) hak kazanıyoruz. Ayrıca Günbatımı turu ve gemiyle liman turunu da
hediye ediyorlar. Otobüslerin kalkış noktası Waterfront’ta. Biletleri kalkış
noktasından, Long Street 81 numaradaki ofisten, otobüs şoföründen veya online
olarak www.citysightseeing.co.za
adresinden temin etmeniz mümkün. İlk otobüs saat 8’de kalkıyor ve tabii ki biz
o otobüsteki yerimizi alıyoruz.
Kırmızı tur ile başlayıp 5. durakta
sarı tura geçiyoruz ve Downtown bölgesini otobüsle baştanbaşa dolaşıyoruz.
Duraklarda inerek St George katedralini, çeşitli müzeleri, Türk Hamamını, eski
sinemayı ve beş çayı ile dünya çapında meşhur Mount Nelson otelini
görebilirsiniz. Yine belirtelim otobüste elektronik rehber var ve Türkçe dâhil
16 dilde yayın yapılıyor. Downtown turunda beni en çok etkileyen kısım District
Six olarak bilinen şimdi hiçbir bina bulunmayan bölge oluyor. Şehrin ortasında
bomboş bir alan burası. Eskiden karışık ırkların birarada yaşadığı bu alan
Apertheid döneminde yalnızca beyazlara ayrılınca siyahlar buradan göç etmeye
zorlanmışlar. Karşıt gösterilere ve çabalara rağmen bu zorunlu göç yaşanınca
zaman içinde binalar yıkılmış. Bölgeye kimse yerleşmemiş. Günümüzde de burası
yerleşim olmadan o günlerin anısını yaşatmak için bomboş tutuluyor. Buradaki
müzede eski günlerdeki yaşamı anlatan belge ve fotoğrafları görmek mümkün.
Ancak daha iyisini Johannesburg’taki Apertheid Müzesinde görmüştük. Sarı turun
bir diğer dikkat çekici noktası ise Ümit Burnu Kalesi (Castle of Good Hope). İlk
beyaz yerleşiminin gerçekleştiği bu kale şehrin en eski binası. 1666-1679
yılları arasında inşa edilmiş. Yapıldığında deniz kıyısındaymış ama artık
değil. Surlar, tüneller ve dehlizlerle alışık olduğmuz türden bir kale
görüntüsünde Ümit Burnu Kalesi. İçeride restoran ve müze de mevcut. Tabii bir
de ilk kalp nakli operasyonunun 3 Aralık 1967’de Dr. Christiaan Barnard
tarafından gerçekleştirildiği Groote Schuur hastanesi de burada. Hatta
operasyonun yapıldığı ameliyathane içeride balmumu heykellerle ziyarete açık
bir müze. Burayı gezmek isterseniz arayıp otelinizin adını veriyorsunuz gelip
sizi alıyorlar. Meraklılarına duyurulur.
Beşinci duraktan mavi tura
katılıp Kirstenbosch botanik bahçesine gidiyoruz. Planımız bir saat geçirmek
burada. Kişi başı R55 vererek giriyoruz bahçeye. Ancak ne mümkün burayı bir
saatte görebilmek. Harika bir bahçe burası. Dünyanın en iyi 7 botanik
bahçesinden biri olarak gösterilen bu bahçe bitkilerin çeşitliliği, ağaçların
endamı, bahçenin bakımı, yürüyüş yollarının güzelliği ile bu ünvanı fazlasıyla
hak ediyor. Ulu ağaçlara sarılıyoruz, kucaklıyoruz onları sevgiyle, çiçekleri
kokluyoruz, yapraklara dokunuyoruz. Yeri gelmişken belirtelim Güney Afrika’nın
ulusal çiçeği Protea.
Bahçenin her köşesine yürüyerek
erişmeye çalışıyoruz ama ne mümkün. Çok büyük burası. Her mevsim bahçede
ziyaretçiler için ilginç bitkiler mevcut. Kocaman bir amfitiyatrosu var ve
özellikle haftasonları çeşitli konserlere ev sahipliği yapıyor burası. Bir dolu
şey var anlatılacak, ben en iyisi ilgililer için birkaç fotoğrafımızı ve şu
linki paylaşayım: http://www.sanbi.org/gardens/kirstenbosch.
Tree Canopy Walkway’a bayıldığımızı, ağaçların üzerinden Tarzan gibi yürümenin
çok zevkli bir şey olduğunu, burada yetişen incirlerin epeyce değişik olduğunu
belirtmeliyim özellikle. Bahçenin kendine has kokusu ve huzur verici sessizliği
içinde bütün günü burada geçirebilirim diye düşünüyorum. Ancak daha görülecek
çok yer var, bu huzurlu bahçeyi bırakmak zorundayız.
Buradan 20 dakikada bir geçen
mavi tur otobüsüne atlayıp bir sonraki durağımız olan Kuşlar Dünyası ve Maymun
Ormanı (World of Birds and Monkey Jungle)’na geçiyoruz. Burada birçok kuşu ve
maymunu görme ve görüntüleme şansı yakalıyoruz. Dilerseniz maymunlarla oturup
oynayabiliyor, tepenize çıkmalarına izin veriyor, onları elinizle
besleyebiliyorsunuz. Biz yapmadık. Meraklıları için parkın linkini paylaşalım: http://www.worldofbirds.org.za/ Bir
Avustralya papağanının bizimle akıcı şekilde konuşması ve şaşırmamız karşısında
bizimle dalga geçer gibi kahkahalar atması günün olayı oluyor gerçekten. İşte o
artiz! papağan:
World of Birds’ten sonra Hout
Bay’daki Mariner’s Warf’a geçip Fish4Afrika zincir restoranından balık yiyerek
doyuruyoruz karnımızı. Yeni yakalanmış bir balığın da fotoğrafını çekiyoruz bu
arada. Epey büyük değil mi?
Mariner’s Wharf’tan Fok Adası
(Seal island) tekne turu satın alıyoruz. Yaklaşık 40 dakika süren bu tur için
kişi başı R80 ödüyoruz. Görevli kız ana dilimizi soruyor, Türkçe deyince
elimize Türkçe basılmış ve fok adasını anlatan broşürler veriyor. Bu gerçekten
hoş bir sürpriz. Fokların tam da güneşlenme ve eğlenme zamanlarına denk
geliyoruz. Çok mutlu görünüyorlar. Ama ortamın iyi koktuğunu söyleyemeceğim. Fotoğraflarını
ve videolarını çekiyoruz.
Otobüsün bir sonraki durağı olan
Camps Bay’de bir molayı hak ettiğimizi düşünüyoruz. Gözümüz bir taraftan Capris
Cafe’de acaba Leonardo DiCaprio’yu veya Charlize Theron’u görebilir miyiz diye
bakıyoruz. İkisi de burayı çok severlermiş. Ama yoklar. Biz denizden gelen
harika bir serin esinti eşliğinde bu güzel meyve sularının tadına bakıyoruz.
Waterfront’a döndüğümüzde bize
armağan edilen liman tekne turuna çıkıyoruz.
Bugünü böyle bitiriyoruz. Yine çok
gezmiş, çok yorulmuş ama günün hakkını vermiş olarak erkenden yatıyoruz. Yarın
yine uzun bir gün olacak.
Ertesi gün direk mavi tur
otobüsüne atlayıp 21. durakta mor tura yani şarap otobüsü turuna geçiyoruz. Bu
kez kahvaltılıklarımızı yanımıza aldık. Yeşillikler arasında yapacağız
kahvaltımızı. Groot Constantia’yı ziyaret ediyoruz. Burası bu bölgenin ilk
şarap çiftliği ve uzaktan False Bay’i görüyor. O kadar büyük bir çiftlik ki
yıllar sonra miras bölünüp bölünüp satıldığı halde parçaları Eagles Nest ve
Beau Constantia çiftlikleri bile buraların en büyükleri arasında.
Müze görevlisi Trevor bize harika
bir rehberlik hizmeti sunuyor. Evin her köşesini gezdiriyor, o dönemden kalma
eşyaların hangi amaçla kullanıldığını anlatıyor, kölelerin yaşadığı mahzenleri,
ev sahiplerinin kölelerin konuşmalarını dinlemek için eve kurdukları sistemi,
cezalandırılan kölelerin hapsedildikleri karanlık dehlizleri, ev ahalisinin bir
isyan veya işgal halinde kaçmaları için hazırlanmış tünelleri, evin ardiyesini,
mutfağını, suyun, etin nasıl taşınıp saklandığını anlatıp gösteriyor. Epeyce
bilgileniyoruz, çok şey öğreniyoruz. Evin Çin porselenleri ile dolu oluşu,
yağlı boya tabloların kalitesi oldukça ilgi çekici. Ne yazık ki fotoğraf çekmek
yasak, o yüzden sizinle paylaşamıyoruz bunları. Meraklısı için linki verelim: http://www.grootconstantia.co.za/
Mor turdan mavi tura geçip bir
sonraki durağımız olan İmizamo Yethu’ya gidiyoruz. Burası teneke evlerden
oluşan bir “Township”. Zengilerin oturduğu bir mahallenin yan tarafında
kurulmuş olan bu gecekondu mahallesini beyaz deriniz ve meraklı bakışlarınızla
kendi kendinize gezebilmeniz mümkün değil. Ancak otobüs şoföründen kişi başı
R70’a bu turu satın alırsanız 23. durakta kendisi de bu teneke evlerde yaşayan
bir rehber gelip sizi duraktan alıyor ve bu mahallenin içinde yaklaşık 1 saat
süren bir yürüyüş turu yaptırıyor. Ödediğiniz para bu mahalleye bağışlanıyor.
Gezimiz boyunca her şehrin her mahallesinde uzaktan izleyip durduğumuz bu
mahallelerdeki yaşamı, evleri görmek istiyoruz ve bu şekilde güvenli bir
seçenek yakalayınca hemen bu tura katılıyoruz. Bizim hareketlendiğimizi gören
yaşlı bir İngiliz çift te bize katılıyor ve dört kişi iniyoruz otobüsten.

Mahallenin perişanlığı, pisliği,
insanların bizimle göz göze gelmekten kaçınan bakışları, etrafın ağır kokusu
nasıl anlatsam çarpıyor sanki bizi. Bir evin içini gösteriyor rehberimiz bize,
eşyaların tamamı çöpten toplanmış parçalar. Tavan ve duvarlar tenekeden. “Şiddetli
rüzgârda uçup gidiyor” diyor, “Gündüz çok sıcak olur bu teneke evlerin içi gece
ise çok soğuk” diyor. Çöpten toplanan kartonlardan yapılma bir raf, bir masa ve
üzerinde yatak serili olan bir kanepeden ibaret daracık bir oda burası.
Ütülenmiş 2 adet beyaz gömlek duvara asılı duruyor.
Rehberimiz gözlüklerini
çıkarınca göz göze geliyoruz onunla. İçimde bir ezilme hissediyorum. Tıpkı kötü
durumda bir insanı her gördüğümde hissettiğim gibi, ya da Meksika’da
Monterrey’den St. Louis Potosi’ye doğru uçsuz bucaksız çölde giderken
arabamızın önüne bir dolar için atlayan çocukların gözlerine baktığımda duyumsadığım
gibi veya Sisam’da kıyıya yeni çıkmış Suriye’li göçmenlerin geride bıraktıkları
can yeleklerini gördüğümde Aylan bebeği hatırladığımda boğazımın tıkanması
gibi. Gözlüklerimin arkasına saklanıp başka bir tarafa dönerek artık
tutamadığım gözyaşlarımı siliyorum. Böyle hayatların varlığına duyduğum
üzüntüden, insanlığın yaşadığı bu dramlara bir şey yapamamanın hiddetinden ve
hatta böyle hayatlar yaşanırken günde üç öğün yemek yiyebiliyor olmanın
ezikliğinden kopup gelen gözyaşları bunlar. Sultan’ın da çaktırmamaya çalışarak
ağladığını görüyorum. Göz göze gelirsek hıçkırıklara boğulacağız o yüzden
bakmıyoruz birbirimize.
Mahallenin kültür merkezine
götürüyor bizi rehberimiz. Burada okumanın veya bilgisayar öğrenmenin insanın
hayatını nasıl değiştirebileceğini anlatan afişler görüyoruz. Burada el
sanatları eğitimleri veriliyor, üretilen hediyelik eşyaların satışı yapılıyor.
İrlandalılar bu mahallede yaşayan her bir aile için bir ev yaptırıp
dağıtmışlar. Ancak evlere yerleşenler bir süre sonra bu evleri kiraya verip
kendilerine yeni bir teneke ev yapmayı tercih etmişler, kira paraları da
çoğunlukla uyuşturucuya gitmiş. Rehberimiz “Hükümet bize ne yapsın ki, vergi
vermiyoruz, sürekli yardım alıyoruz ama durumumuz değişmiyor. Biz davranış ve
yaşam tarzımızı değiştirmedikçe bu halimize çare yok” diyor. Onun çocuğunun
okula gidip gitmediğini soruyoruz. “Mecbur okuyacak o başka şansı yok” diyor.
En azından onun çocuğunun daha iyi bir gelecek şansı, annesi bilinçli olduğu
için, yüksek gibi duruyor. Mahallenin okulunu, bakkalını, berberini ziyaret ediyoruz
ve otobüsün durağına geri yürüyoruz. Rehberimiz otobüs gelip bizi alana kadar
yanımızda bekliyor. Hemen yan taraftaki futbol sahasının buradaki delikanlılar
için nasıl bir umut kaynağı olabileceğini tahmin etmek zor değil. Ancak pek
çoğu okula, spora veya sanata yönlenmek yerine uyuşturucu ve sekse saplanıp
kalmayı seçiyor. Neden diye düşünürken Sultan veriyor doğru cevabı: “Serra Abla
bu perişanlıkta yaşamaya uyuşturucu olmadan nasıl dayanabilir ki insan” diyor.
Haklı Sultan, ancak algının çarpıtılması ve gerçekliğin farkına varamayacak bir
kafa katlanabilir bu hayata.


Kaplumbağalar da dikkat çekici
Çok büyük burası, su altının tüm
sakinlerinin yaşadığı birçok akvaryum var. Bu bağlamda çok görülesi bir yer.
Özellikle çocukların çok ilgisini çekiyor. Biz de beğeniyoruz. Yeri gelmişken
belirtelim Cape Town’un ilgi çeken turist atraksiyonlarından birisi Köpek
Balığı dalışı. Kafesle dalıyorsunuz ve köpek balığını kanla kafese doğru
yönlendiriyorlar. Açıkçası kafes içinde böyle bir dalış bizim ilgimizi
çekmiyor. Meraklıları için belirtelim bu dalışlar için biletlerinizi internet
üzerinden veya Long Street 81 numaradaki turizm bürosundan temin edebilirsiniz.
Aynı ofisten iki okyanus üzerinde helikopter turu da satın almanız mümkün. Tüm
bunlar makul fiyatlara alınabiliyor. Bizim ilgimizi çekmeyen ama turistlerin
çok tercih ettiği bir başka tur Robben Adası turu. Robben adası uzun yıllar
Nelson Mandela’nın hapis yattığı ada. Buradaki hapishane şimdi müze. Yarım
gününüzü ayırıp bu geziyi yapmanız mümkün. Bizde çekici çağrışımlar
uyandırmıyor bu ada hapishanesi ve gitmemeyi tercih ediyoruz.

Pazar yerinde epeyce dolaştıktan sonra öğle yemeğimizi Long
Street’te yerel Afrika yemekleri sunan Mama Afrika restoranında yiyoruz.
Yeri gelmişken bir gözlemi daha
aktaralım. Buralar suç oranı yüksek yerler olduğu için bazı dükkânların,
restoranların kapılarının demir parmaklıkları kilitli duruyor. Zile basıp
bekliyorsunuz. İçeriden tipinize bakıp beğenirlerse açıyorlar. Mama Afrika’da
da böyle oluyor. Restoranın dekorasyonu ilgi çekici ve oldukça renkli.
Buralara özgü yemeklerden sipariş
ediyoruz. Ancak pek bizim damak tadımıza uygun bulmuyoruz. Yine de buralara
kadar gelmişken yerel yemekleri yemedik dememiş oluyoruz böylece.
Yeri
gelmişken belirtelim buradaki tüm marketlerde Biltong adı verilen kurutulmuş
etler satılıyor. Bunlar tıpkı Teksas’taki Beef Jerkey’lere benziyor. Oldukça
leziz bir atıştırmalık. Aklınızda bulunsun.
Yemekten sonra otelimize uğrayıp
aldıklarımızı bırakıyoruz ve bu kez See Point tarafına doğru yürüyüşe
çıkıyoruz. Buradaki yürüyüş ve bisiklet parkurları gerçekten çok çekici. Pek
çok kişi de spor yapmakta. Sahil boyundaki bu kocaman gözlük Nelson Mandela’nın
uzun yıllar hapis yattığı Robben Adasına bakıyor.
Bir de buradaki plajlar ağaç gibi
yosunlarla dolu. Onu da göstermiş olalım.
Yine farkında olmadan
kilometrelerce yürümüşüz. Akşamüstü Ali Bey’in dükkânını da ziyaret ediyoruz.
Derli toplu, tertemiz, bizim alışık olduğumuz markalarla dolu sevimli bir yer
burası.
Yine çok yorgun dönüyoruz
otelimize. Bir günümüz daha var. Onda da Green Point Stadyumunun yanında
kurulan Green Point Pazarını ziyaret ediyoruz. Burası dev bir bitpazarı; kılık
kıyafetten tutun da ev eşyasına, yiyecek ve içecekten çiçeğe kadar her şey
satılıyor burada. Oldukça kalabalık.
Sonra Waterfront’a dönüp buradaki
çarşıları geziyoruz. Waterfront’taki güzel restoran ve kafelerde yiyip içip son
günümüzü geçiriyoruz. Biz hep yürümeyi tercih ediyoruz ama yeri gelmişken
buradaki taksilerin devlet tarafından sıkı denetlenen güvenilir taksiler
olduklarını, ücretlerinin de kilometre başına R8-10 civarında olduğunu
belirtelim. Havaalanına tek bir taksi firması çalıştığı için havaalanına taksi
ile gidecekseniz otelinizden yardım almalısınız. Havaalanı şehir merkezine
yaklaşık 20 km uzaklıkta bulunuyor. Ancak bizim için bunlara gerek kalmıyor
çünkü akşamüzeri Ali Bey gelip bizi otelimizden alıp havaalanına bırakmak
konusunda ısrar ediyor. Memnun oluyoruz.
O kadar alışmışız ki tekrar kış
mevsimine geri dönmek ve bu sıcak, renkli kıtayı bırakıp gitmek zor geliyor.
Hani bizi bekleyen güzel ülkemiz, güzel şehrimiz ve güzel insanlarımız olmasa
kalabiliriz sanki burada. Vedalaşıp ayrılıyoruz dünyanın öbür ucundaki bu güzel
şehirden, ne mutlu ki yüzümüzdeki gülümseme hiç eksilmeden.
Dünyanın diğer ucunda harika bir
iki hafta geçiriyorum. Bu gezinin bu kadar rahat ve güzel olmasını sağlayan
kişilere teşekkür etmenin tam zamanı. Öncelikle bu geziyi yapmak konusunda
ısrarcı olan ve tıpkı soyadı gibi hiç üşenmeyen ve bana iyi bir yol arkadaşı
olan Sultan Üşenmez’e, kendisi yoğun iş temposu nedeniyle bize katılamayan ama
hep destek veren eşim Vedat Öncel’e, gezimizin planlama aşamasında ve gezimiz
boyunca bize içten desteklerini, ilgilerini ve misafirperverliklerini sunan
Burhan Aydın Albay ve eşine, H.İbrahim Ertan Yarbay ve eşi diş hekimi Tülin
Hanıma, Johannesburg Sandton Radisson Blu otel müdürü Volkan Vural Bey’e,
yazılı planlama yapma ve uygulama konusundaki derin eksiklerinden ötürü bize hayal kırıklıkları yaşatmış olsa da bizi uzak diyarlarda güvenle gezdiren Johannesburg’taki rehberimiz Göktay İkizler Bey’e,
Cape Town’da bizi kendi misafiri kabul eden ve içtenliği ile kendisine hayran
bırakan Ali İzzet Coşkuner Bey’e yürekten teşekkürlerimi ve sevgilerimi
iletiyorum. Siz olmasaydınız bu gezi bu kadar güzel olmazdı ve bu şekilde dile
gelmezdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder