2016 yılında yol arkadaşım sevgili Sultan Üşenmez ile iki haftamızı Güney
Afrika seyahatine ayırıyoruz. Uzun süredir istediğimiz bu geziyi yaparak
dünyanın öbür tarafındaki bu ilginç ülkeyi görebilmek için ülkemizde karlı kış
günlerinin hüküm sürdüğü Şubat ayını tercih ediyoruz. Güney Afrika ise yaz
aylarının keyfini sürmekte olduğundan çok doğru bir zamanlama ile kışın soğuk
günlerinden iki haftalığına yazın sıcağına atıveriyoruz kendimizi. Atıveriyoruz
dediysek öyle bir iki saatte geldiğimiz anlaşılmasın sakın, uzun bir yolculuk
sonucu varıyoruz Güney Afrika’ya. İstanbul’dan Johannesburg’a Türk Hava Yolları
direk uçuyor. Daha ekonomik ancak aktarmalı seçenekler de mevcut. Direk uçsanız
bile 9 saat sürüyor bu yolculuk. Ama dokuz saat uçarak gidebileceğiniz pek çok
uzun bir yolculuğun aksine bunun sonunda jet-lag yeme sıkıntısı yok çünkü Güney
Afrika Cumhuriyeti ile aynı zaman diliminde yer alıyoruz. Saat ayarlamaca yok,
yemek ve uyku saatleriniz değişmiyor, Türkiye ile aynı saati yaşadığınız için
telefon açmadan önce saat hesaplamalarına gerek yok. Tüm bunlar iyi ama en
iyisi montları botları dönüşe kadar kaldırmak ve sandalet ve kısa kollulara
geçmek oluyor. Tam da umduğumuz gibi Afrika’nın sıcak güneşi karşılıyor bizi
Johannesburg’ta.
Büyük bir ülke Güney Afrika
Cumhuriyeti, 1.219.912 km² yüz ölçümü ile dünyanın en büyük 24. ülkesi
konumunda. Çeşitliliğin ülkesi adını boşuna takmadığımız 50 milyon nüfuslu, 11
dil konuşulan Güney Afrika Cumhuriyetinde yürütmenin başkenti Pretoria, Johannesburg’a
45 km mesafede yer alıyor. Yargının başkenti Bloemfontein. Ülkenin yasama
başkenti ise Cape Town. Dolayısıyla üç başkentli bir ülke burası. Bizim gezi
planlamamızda Johannesburg ve Cape Town şehirleri, çevrelerindeki bazı önemli
duraklar ile safari yapacağımız Pilanesberg milli parkı ve Sun City yer alıyor.
Güney Afrika Cumhuriyeti Afrika
kıtasının en güney ucunda yer alıyor. Afrika kıtasının en güneybatısında yer
alan uç noktası Ümit Burnu bu ülkenin önemli coğrafi noktalarından biri. Bizim
gezi planımızda Cape Town şehrine yakın olması nedeniyle Ümit Burnu da var. Sanılanın
aksine Afrika kıtasının en güney uç noktasını belirleyen ve Atlas Okyanusu ile
Hint Okyanusunu birbirinden ayıran yer Ümit Burnu değil. Ümit burnunun
doğusunda yer alan Agulhas Burnu. Orayı görmek için yaklaşık 200 km daha yol
almak gerek ki biz bunu yapmayı planlamıyoruz. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Atlas
Okyanusu ve Hint Okyanusu'na 2.798 km'lik sahil şeridi mevcut. Bu seyahatle
birdenbire yeniden yaz aylarına dönmüşken bu sahillerin tadını çıkarmayı da
istiyoruz elbette. Bavulumuzda güneş kremlerimiz ve mayolarımız hazır.
İlk durağımız Johannesburg. Tambo
Uluslararası Havaalanından dışarı çıkar çıkmaz yaz havası bizi karşılıyor.
Tersten akan ve özellikle kavşaklarda kafamızı çok karıştıran trafik, temiz ve
bakımlı otopark alanı, Gautrain adındaki metro sisteminin havaalanından şehre
modern bir ulaşım imkanı sunması, tertemiz tuvaletler, güler yüzlü ve bakımlı
insanlarla karşılaşınca sanki bir Avrupa şehrindeymişiz gibi hissediyoruz. Bu
izlenimlerle Johannesburg’un Sandton bölgesindeki otelimize doğru yola
çıkıyoruz. Bu arada tüm rezervasyonlarımızı internet üzerinden yaptık ve
gezimizi serbest şekilde planladık. Her ne kadar İngilizce konuşulan bir ülke
olduğu için kendimizi rahat hissediyor olsak da soldan akan trafik
alışkanlıklarımıza büyük engel teşkil ettiğinden araç kiralayarak dolaşmayı
tercih etmedik. Meraklılarına duyuralım Güney Afrika’da Türk turistleri alıp
gezdiren Türk rehberler mevcut. Yani ille de turlarla gelmeniz ve turların kalabalıkla
yürütülen programlarına uymanız gerekmiyor, kendi programınızı yapabilir ve
İngilizce bilmiyorsanız da bu ülkeyi serbestçe ziyaret edip gezip tozarken
buraya ait bilgileri Türkçe olarak edinebilirsiniz. İnternette yapacağınız basit
bir araştırma ile Türk rehberlere erişebilirsiniz. Şunu da yeri gelmişken
belirtelim Güney Afrika Cumhuriyetine gitmek için vize almanız gerekmiyor.
Bugün karar verip yarın gitmeniz mümkün, ancak yol uzak, dolayısıyla uçak
biletleri pahalı. Önceden bilet almak bu anlamda avantaj sağlayacaktır. İyi
otellerde konaklamak isterseniz bunun da pahalı olduğunu belirtelim ama yiyecek
ve içecek hem çok lezzetli ve çeşitli, hem de ucuz. Üstelik tertemiz ve şık
restoranlar ve oteller mevcut. O yüzden bizim gibi yanınızda boşuna
dezenfektanlar, sabunlar taşımanıza gerek yok. Bu anlamda bizim ülkemizden daha
iyi durumda olduklarını üzülerek kabul etmek gerek.
Kısa bir oryantasyon turu
atıyoruz otelimize yerleşir yerleşmez. Bu arada belirtelim Radison Blu’da
kalıyoruz ve harika bir otel, otel müdürünün Türk oluşu ve bizimle yakından
ilgilenmesi ve izzeti ikramda bulunması da cabası. Teşekkürler Volkan Bey.
Sandton’daki tren istasyonuna ve Nelson Mandela Meydanına çok yakın, sürekli
shuttle ile bu bölgelere ulaşımınız sağlanıyor. Manzaramız, havuz, spor salonu
ve kahvaltımız harika ama gezme meraklısı bizler bunlara pek zaman
ayıramayacağız, biz şehir izlenimlerimize geri dönelim. Johannesburg’a
Johannesburg diyen tek biz varız sanırım şehirde. Buradaki halk buraya Jozi,
Jo'burg, eGoli veya Joeys diyor. Bu şehir 1,645 km2lik yüzölçümüne
yayılan 50 kadar yerleşim bölgesi ve yaklaşık 5 milyonluk nüfusu ile Güney
Afrika Cumhuriyetinin en büyük şehri. Tuhaftır içinden geçen nehir yok, deniz
kıyısı değil, bir gölü de yok. Dünyadaki tüm büyük şehirlerden bu anlamda
ayrılıyor. İnsanların buraya büyük bir yerleşim yeri kurmasının tek ve oldukça
kıymetli bir nedeni var; Altın. Buradaki
altının keşfinden sonra 1886 yılında kurulmaya başlayan Johannesburg’un nüfusu
ilk 10 yılda yüz bin kişiye ulaşmış. Altını keşfeden ve buraya akın eden
Hollandalılar arasında o dönemde en yaygın isim Johannes olduğu için şehrin adı
da Johannesburg konmuş. Böyle birden bire en hızlı büyüyen şehir mertebesine
ulaşan ve değişik yerlerden değişik kültür ve sosyoekonomik düzeyden hatta
ırktan gelen insanlardan oluşan bir şehrin çeşitliliği hayallerinizi
zorlayacaktır. Her türlü toplum bilimi araştırmacısı için açık bir laboratuvar
sanki burası. Bizim için de oldukça ilginç.
Yetmişli yılların sonunda madencilerin
yaşadığı ayrı bir şehir olarak kurulmuş olan Soweto şehri artık Johannesburg’un
bir mahallesi konumunda. Soweto kelimesi Güneybatı mahalleler anlamına gelen
"South-Western Townships" kelimelerinin kısaltmasından oluşuyor.
Madende çalışan Afrika yerlileri şehirde oturmalarına izin verilmediği için bu
bölgeye yerleşmişler ve Soweto zaman içinde sadece siyahların yaşadığı bir
bölge halini almış. Nelson Mandela’nın evi de bu bölgede. Beyaz ırktan
turistler olarak Soweto’ya elimizi kolumuzu sallayarak girmemizi güvenlik
kaygıları nedeniyle pek tavsiye etmiyorlar. O yüzden şehir turları yapan
kırmızı otobüslerden tur satın alıyoruz. Turumuz Johannesburg’un merkezindeki
Park istasyonundan kalkıyor. Otelimizin bulunduğu Sandton istasyonundan Park
istasyonuna Gautrain ile ulaşıyoruz. Bu trenler çok modern, çok temiz, dakik ve
rahatlar. Ama genel yaşam şartları ve diğer fiyatlar ile karşılaştırıldığında
bunlarla ulaşımın pahalı olduğunu belirtmeliyim. İki durak ve 8 dakika kadar
süren bir yolculuk bizim paramızla yaklaşık 10 liraya mal oluyor. Ama öte
yandan güvenli ve kolay bir ulaşım imkânı sağlıyor Gautrain. Zaten bu yüzden
olsa gerek yerli halk tarafından da çok tercih ediliyor.
Hemen Park istasyonu çıkışından
kalkıyor kırmızı otobüs şehir turları. İstediğiniz istasyonda inip görülmesi
gereken yerleri gezip tekrar aynı istasyondan 15 dakikada bir geçen otobüslerle
şehir içinde dairesel turlar atarak önemli durakların hepsini görmeniz mümkün.
Bir günlük otobüs turu için 180, Soweto turu ile birlikte bir günlük otobüs
turu için 460, iki günlük turla birlikte Soweto turu için ise 560 rand
ödüyorsunuz. Güney Afrika Cumhuriyeti para birimi rand Türk lirasının beşte
biri değere sahip. Bu turlarda online rezervasyon ve ödemelerde ayrıca indirim
var (www.citysightseeing.co.za). Park istasyonunda iner inmez görüyoruz
otobüsleri ama para değişimi yapmamız gerekli. Otobüslerin yanına yaklaşıp döviz
bürosu soruyoruz. Hemen oradaki güvenlik görevlisi yanımıza geliyor bize eşlik
edeceğiniz söylüyor. Bizimle birlikte yakındaki alışveriş merkezinde bulunan
döviz bürosuna geliyor, paramızı değiştiriyoruz, tekrar bizimle tur merkezine
gelip biletlerimizi almamıza eşlik ediyor ve otobüse binene kadar yanımızdan
ayrılmıyor ve bizimle sohbet ediyor. Bu tavrı bu seyahatimizde pek çok yerde ve
pek çok kez görüyoruz. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Güney Afrika’da
üzerinde güvenlik yazan birine bir soru sorduğunuzda sorununuz tatminkâr
şekilde çözülene kadar size eşlik ediyorlar ve çok kibar davranıyorlar. Bu
konuda da onlardan öğrenmemiz gereken çok şey var.
Kırmızı otobüsle Johannesburg şehir
turunda ilk durak Carlton Centre. Burası eski şehir merkezinde (Down Town) eskiden
çok popüler olan bir otel. Buraların en yüksek binası olduğu için 50. katından
sunduğu şehir manzarası turistlerin ilgisini çekiyor. Ancak bizim otel
odamızdan da benzer bir manzara var ve vaktimiz sınırlı, bunun için inmiyoruz.
Otobüs eski şehir merkezinde ilerledikçe neredeyse sadece siyah insanların
sokaklarda dolaşıyor oluşu dikkatimizi çekiyor. Burası yüksek binalarıyla,
kalabalık caddeleri ve her şeyin satıldığı dükkânlarıyla tam anlamıyla şehir
merkezi ancak beyazlar yok burada. Onlar şehrin başka kesimlerinde yaşıyorlar
ve dolaşıyorlar. Şehir hakkında bilgi veren elektronik rehberi dinliyoruz. Bir
süre sonra fark ediyoruz ki rehberin dil seçeneğinde tam 16 dil mevcut ve
bunlardan biri de Türkçe. Hem şaşırıyoruz hem seviniyoruz. Malum ucundan
kendimizi ait sandığımız Avrupa’da bile Türkçe bir şey bulunmaz. Afrika’da bize
göre dünyanın öbür ucunda Türkçe elektronik rehber seçeneği ile karşılaşmak
bizi mutlu ediyor. Bu durum turumuzun sonraki tüm aşamalarında aynı şekilde
sürüyor. Örneğin gezimizin sonlarına doğru Cape Town’da Fok adası turunda satış
ofisindeki kız nerelisiniz diye sorup Türküz cevabını alınca elimize tutuşturduğu
tanıtım broşürlerinin Türkçe olduğunu görünce o kadar şaşırmıyoruz artık.
Otobüs turumuzun 4. durağında
inerek Soweto turumuz için 11 kişi başka bir minibüse geçiyoruz. İlk
aktivitemiz 2010 yılındaki Dünya Kupası için yaptırılan dev stadyumun
fotoğraflarını çekmek, ardından Soweto’ya hoşgeldiniz yazısını fotoğraflamak.
Soweto turumuzu yerel bir rehber
ve şoför eşliğinde yapıyoruz. Her ikisi de Soweto’da doğup büyümüşler.
Yolculuğumuza başlarken rehberimiz her birimizin kendimizi tanıtmamızı istiyor ve
neden Soweto’yu görmek istediğimizi soruyor. İlk konuşmaya başlayan kişi “My
name is Meral, I am from Istanbul” deyince tesadüfün böylesi diyerek Meral’le
tanışıyor ve minibüste çoğunluğu ele geçirmiş Türk kadınlar olarak Meral’i de
yanımızda alarak turumuza devam ediyoruz.
Soweto ilginç bir yer. Burada
sadece zenciler yaşıyor ve şehrin sadece zenci yerleşimi bulunan en büyük
bölgesi. Bu bölge 1923 yılında siyah maden işçileri için geçici yerleşim
alanıymış. Zamanla Johannesburg’un gettosu haline dönüşen Soweto aynı zamanda zencilerin
eşitlik savaşının önemli bir mevziisi olarak da tarihteki yerini almış durumda.
1976 yılındaki Soweto Ayaklanması (Soweto uprising) buna bir örnek. Nobel Barış
Ödülü sahibi Nelson Mandela ve Desmond Tutu’nun evleri de burada yer alıyor.
Halen altyapı eksiklikleri ile
boğuşan yapısı ve fakirliğin sokaklara taşmış haliyle Soweto’yu ziyaret etmek
ırk ayrımı döneminde siyahların yaşamaya zorlandığı koşullar ve onun süregelen
uzantılarının gözler önünde olduğu “township”ler hakkında fikir veriyor. Soweto
ayrıca zencilerin direnişi konusunda bilgilenmenizi sağlıyor. Geçmişin gettosu olan
Soweto her ne kadar bugün bakımlı otoyolları, çevre düzenlemesi ve restore
edilmiş evleriyle yeni bir görünüm kazanmış olsa da sadece zencilerin yaşadığı
teneke evlerden oluşan pek çok “township” ülkenin büyük şehirlerinde halen var
ve buralarda bu bir yaşam biçimi. Bu mahallelerden birini Caper Town gezimizde
ziyaret ettik, yazının devamında bu izlenimlerimizi de paylaşacağım.
Soweto sayıları 20’yi aşan irili
ufaklı township’lerden oluşuyor. Buralarda farklı kabileler yaşıyor. Değişik
kabilelerin altın madeni sayesinde bir araya gelmesi ve yaşaması, farklı
kültürel ve geleneksel yaşam biçimlerinin de biraraya gelmesiyle neticelenmiş.
Burada kabilelerden tümüyle ayrı yeni bir yaşam biçimi var. Değişik, karışık ve
çok renkli.
Nelson Mandela’nın evi Orlando
West’te. Soweto turumuzun ilk durağı burası. Mandela 1946’da yerleştiği bu evde
çok az yaşamış. Çünkü hayatı önce değişik yerlerde saklanmakla, ardından da 27
yıl süren hapis cezasıyla geçmiş. Müze evi geziyoruz. Oldukça mütevazı. Mandela
için sonradan yaptırılan ve çocukları tarafından mirası paylaşılırken kavgalara
neden olan kıymetli mevkilerdeki ihtişamlı saraylara benzemiyor. Bu müze evde Mandelaya’ya
ait birçok anı ve kişisel eşya sergileniyor. Bunlar arasında, çeşitli
fotoğraflar, yabancı ülkelerden, uluslararası kuruluşlardan, üniversitelerden
verilen onur belgeleri, doktoralar yer alıyor.
Rahip Desmond Tutu’nun evi de
aynı caddenin üzerinde. Tutu, zencilerin direniş mücadelesinde önemli bir rol
üstlenmiş, iktidara gelmelerinden sonra toplumsal barışı sağlamak için
oluşturulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun başkanlığını üstlenmiş ve bu gayretleriyle
Nobel Barış Ödülü almıştı.
Bir sonraki durağımız ise ünlü
Soweto Ayaklanmasının yaşandığı meydan. Bu ayaklanmada daha 13 yaşındayken
öldürülen Hector Pieterson’ın anısı bugün de yaşıyor. Olan biteni hatırlayacak
olursak; 1976 yılında Güney Afrika hükümeti zencilerin okulda derslerin
yarısını Afrikaaner dilinde okumalarını şart koşan bir karar almıştı. Bu
kararın uygulanması zenci halk içinde büyük tepki yaratmış olmasına ve protesto
gösterilerine rağmen hükümet geri adım atmamıştı. Bunun üzerine 16 Haziran’da
20 bin öğrenci Soweto’da yürüdü. Polisin açtığı ateşte 20 kişi öldü. Ölenlerden
biri de 13 yaşındaki Hector Pieterson’dı ve Hector oraya okuldan çıkan küçük
kardeşini korumak için gelmişti. Cinayet büyük infial yarattı. Birçok kentte
gösteriler düzenlendi. Zencilere direniş ruhunu kazandırdı. Hector Pieterson
Müzesi’nde tüm bu çatışma süreci zengin görsel malzemelerle anlatılıyor.
Meydandaki heykel, ardındaki tek tek taşlardan oluşan ve her biri alanda
toplanan öğrencileri sembolize eden duvar, o gün akan kanı temsil eden akarsu, o
gün atılan kurşunları ve taşları temsil eden suyun içindeki taşlar, olan
bitenin artık geçmişte kaldığını sembolize eden suyun altından aktığı köprü ve
barışın sembolü olarak dikilen yabani zeytin ağaçları o hazin olayı hatırlatmak
ve anmak için yapılmış. Görevlerini de layıkıyla yapıyorlar. Irk ayrımı
politikaları uygulanırken direnişçilerin sığındığı ve zencilerin eşitlik savaşı
süresince siyasi toplantıların yapıldığı bir mekân olan Katolik Kilisesi Regina
Mundi 1976 ayaklanmasında polisin silahlı, gazlı saldırısına uğrayan pek çok
göstericinin sığınarak hayatlarını kurtardığı yer olmuş. Kiliseyi de burada
görmek mümkün.
Soweto ayaklanmasının zencilerin
beyazlara karşı yaptığı bir ayaklanma olarak görmemek gerekir. Tüm üçüncü dünya
ülkelerinin tarihinde görebileceğiniz ve tahmin edebileceğiniz gibi bunun ardı
da epeyce karışık. Neticede oradaki zenciler Afrikanslara yani Güney Afrika’nın
yönetimini ve ekonomisini elinde bulunduran Hollanda kökenli ama artık
kendilerini Afrikalı olarak niteleyen beyazlara karşı ayaklandılar ve tabii
yine tahmin edebileceğiniz gibi o sırada oradaki gücün ve paranın el
değiştirmesini isteyen başka beyaz adamlar ortalıkta kol geziyordu. Neyse
bunlar başka yazıların konusu. Biz gezimize geri dönelim.
Soweto turumuzu tamamlayıp
kırmızı otobüslerin 4 numaralı durağına geri dönüyoruz. Burada Soweto’nun
kurulmasına neden olan eski altın madeninin de içinde yer aldığı Gold Reef City
Tema Parkı yer alıyor. Parkta özellikle çocukların çok ilgisini çeken her türlü
lunapark oyuncağı ve bizim de ilgimizi çeken dans gösterileri mevcut. Pek çok
hediyelik eşya dükkânı, kafeler ve restoranlar da cabası. Burada karnımızı
doyurup kahvelerimizi içip maden turuna gidiyoruz. 90 rand karşılığında rehber
eşliğinde altın madeninde kısa bir tur atmak mümkün. Hiç altın madenine
girmemiş insanlar olarak hayatımızın bir diğer ilkini gerçekleştirmek için hemen
bu tura katılıyoruz. Kafamıza kask geçirip ellerimize fenerler veriyorlar ve
bir zamanlar maden işçilerini taşıyan asansörlerle yerin 75 metre altında yer
alan madenin 2. Katına iniyoruz.
Bu maden yerin 3000 metre altına
kadar iniyor ancak daha aşağıya tur düzenlemiyorlar. Daracık, karanlık ve nemli
tünellerde ilerliyoruz. Rehberimiz bize duvardaki kayalarda siyah noktalar şeklinde
parlayan altını gösteriyor. Bir ton taştan 4 gram altın çıktığını ve artık
maliyet etkin olmadığı için madenin kapatıldığını söylüyor. Madenin
havalandırma, su drenajı, acil durum boşaltımı, işçilerin çalışma koşulları
hakkında bilgiler veriyor. Yaklaşık yarım saatlik kısa bir tur atıp birçok
fotoğraf çekerek çıkıyoruz yüzeye.
Bir sonraki durağımız kırmızı
otobüslerin 5 numaralı durağında yer alan Apartheid yani Irk Ayrımı Müzesi. Bildiğiniz
gibi Güney Afrika, 1994’e kadar beyaz azınlık tarafından yönetildi. Kölelik
benzeri politikaların hâkim olduğu 1910’larda siyahlar belli bölgelerde
yaşamaya zorlanıyorlardı. Sonradan Asyalıların ve renkli (coloured) nüfusun da
eklenmesiyle ülkenin ırk çeşitliliği de artınca 1948’de iktidara gelen yönetim
tarafından ırk ayrımcı (apartheid) politikalar başlatıldı. Kamu alanları,
araçlar, parklar, hastaneler hatta ambulanslar bile bölündü. İşte Apartheid
Müzesi o günleri büyük bir görsel zenginlik ile sergileyen ve yansıtan bir
müze. Burası oldukça büyük ve bu bölgenin tarihine ve kültürüne meraklıysanız
en az yarım gününüzü bu müzeye ayırmalısınız.
Güzel bir müze yapmışlar ancak bana
göre tek sorun sesli rehber eksikliği. Çok fazla okuma yapmanız gerekiyor. Uzun
süren bu gezi sürekli İngilizce dilinde okuyarak gezdiğiniz için oldukça yorucu
olabiliyor. Müzede ülkenin ve ırk ayrımcılığının tarihi oldukça zengin görsel
malzemelerle sergileniyor.
Salonlarda film gösterimleriyle
hem Afrika’nın hem de ırkçılığın tarihini gerçek görüntüler eşliğinde
izliyorsunuz. Zaman zaman ağlamak istiyorsunuz insanın insana yaptıklarını
gördüğünüzde. Filmler, fotoğraflar, canlandırmalar, maketler, kişisel eşyalar, siyah,
beyaz ve renkli diye ayrılan kimlik kartları, döneme ait araç gereçler, ses
kayıtları kısacası dönem tarihine ilişkin her şey var burada. Müzede ayrıca,
Nelson Mandela, Oliver Tambo, Walter Sisuli, Albert Lithuli, Desmond Tutu,
Steve Biko gibi zenci liderlerin yaşamına ilişkin bilgiler de verilmekte.
Oldukça etkileyici bir müze
Apartheid Müzesi. Güney Afrika tarihini yaklaşık 3 milyon yıl önceki
Bushman’lardan başlayarak aktaran bu müze 1994 yılında zencilerin de katıldığı
ve Nelson Mandela’nın zaferiyle sonuçlanan seçim ve yeni anayasa ile son
buluyor. Peki bitmiş mi burada apartheid? Bu soruyu 15 günün sonunda
yanıtlayabiliyorum ancak, baştan hiç tahmin edememiş olduğum şekilde üstelik.
Şöyle ki; hala şehirlerde beyazların, zencilerin ve renklilerin yaşadıkları
bölgeler ayrı. Bu bir zorunluluk değil artık ama bir yaşam biçimi. Günümüzde
nüfusun %73’ünü zenciler, %16’sını beyazlar, %6’sını renkliler ve %4’ünü
Asyalılar oluşturuyor. Çoğunluk olan siyahlar Zulular, Xhosalar, Basotholar,
Vendalar, Batsvanalar, Tsongalar, Svaziler ve Ndebeleler başta olmak üzere
farklı etnik gruplara ayrılırken ülkede bulunan diğer Afrika ülkelerinden gelen
siyahların sayıları da az değil. Güney Afrika'da yaşayan beyazların çoğunluğunu
bölgeye özellikle 17.yy'den itibaren göç eden Hollandalı, Alman, Fransız ve
İngiliz göçmenlerin soyundan geliyor. Güney Afrika Cumhuriyeti bu özelliği ile
Afrika kıtasında en çok Avrupa kökenli kişiyi barındıran ülke konumunda.
Şehirlerde Yahudilerin, Müslümanların veya Zimbabwe’den gelenlerin ya da
Malayların mahalleleri de ayrı. Elbette dinler de aynı şekilde çeşitlilik
gösteriyor. Nüfusun %53’ü Hristiyanlığın ana mezheplerine kayıtlıyken, %24’ü
herhangi bir dini gruba bağlı değil, %14’ü Afrika’nın bağımsız kiliselerine
bağlı, %3’ü Müslüman, %1’i Yahudi ve yine %1’i Hindu. Diller de aynı
çeşitliliği sergiliyor elbette; Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Apartheid
döneminin sona ermesi ile birlikte resmi olarak on bir ulusal dil belirlenmiş.
Buna göre İngilizce, Afrikaanca, Güney Ndebelece, Güney Sothoca, Kuzey Sothoca,
Svatice, Tsongaca, Tswanaca, Vendaca, Xhosaca ve Zuluca resmi dil. Bu kadar çok
resmi dil özelliği ile Güney Afrika Cumhuriyeti dünya üzerinde Bolivya ve
Hindistan'dan sonra en çok resmi dile sahip ülke. Ülke nüfusun %60'ı yakını
Afrikaanca dilini anadillerinden biri olarak kullanıyor.
Kanunla ya da kuralla ayrımcılık
yok ama fiilen ayrımcılık mevcut. Dahası da var; özellikle beyazların dert
yandığı bir tersine apartheid uygulandığını işitiyoruz; örneğin zenciler
ekonomik durumlarından bağımsız şekilde eğitim için daha az ücret ödüyorlar. Bu
arada temel eğitim ücretsiz ama yüksek öğretim paralı. Temel eğitim için de özel
okullar mevcut ve ekonomik durumu iyi olanlar bunları tercih ediyor. Aynı
durumlar sağlık sistemi için de geçerli. Devletin bedava sunduğu sağlık
hizmetleri ekonomik durumu iyi olanlar tarafından hiç tercih edilmiyor.
Kaliteli sağlık hizmeti veren iyi ve büyük hastaneler mevcut ancak bu hizmetler
pahalı. Dr. Bernard’ın ilk kalp naklini burada yaptığını hatırlarsınız. Bir
işletme açılırken, ruhsat alınırken, vergi işlemlerinde, hukuksal
düzenlemelerde zencilerin lehine pek çok uygulama olduğunu bunun da tersine
apartheid yarattığını söyleyen pek çok beyazla tanıştığımızı belirtmeliyim.
Bir sonraki gün için aslan parkı
ve Lesedi köyüne gitmeyi planlıyoruz. Buralar biraz şehir dışında, o yüzden
daha önceden ayarladığımız rehberimiz bizi otelimizden gelip alıyor ve gezimize
başlıyoruz. Lesedi köyü bir Zulu köyü. Halen daha içinde yaşayan yerliler
mevcut. Ama artık turistik bir köy olmuş. İsterseniz içinde konaklama imkânı,
restoran, kafe, hediyelik eşya dükkânı sunan bu köy tüm bunların yanında günde
2 kez dans ve müziklerin sunulduğu bir gösteriyi düzenliyor. Biz de katılıyoruz
gösteriye. Dilerseniz köyde yerlilerle dolaşabilir, tipik bir Zulu kabilesinin
gündelik yaşamı hakkında bilgi alabilir, köyün büyücüsüyle tanışıp fal bile
baktırabilirsiniz.
Lesedi köyünden çıkıp Aslan parkı
(Lion Park)’na doğru giderken bir ilkokul görüyoruz. İçeriye göz atabilir miyiz
acaba diye bakınırken teneffüsteki çocuklar etrafımızı sarıveriyor. Bizden tek
istekleri var elimizi tutmak ve onların fotoğraflarını çekmemiz. Memnuniyetle
yapıyoruz bunu.
Hazır okulu görmüşken bu ülkenin
eğitimine ait elde ettiğimiz bilgileri de paylaşalım. Ülke genelinde 15 yaş ve
üzerinde okuma yazma bilenlerin oranı 2015 tahmini verilerine göre %94,3
düzeyindeymiş. Güney Afrika Cumhuriyeti genelinde dokuz yıl kesintisiz okula
gitme zorunluluğu bulunuyor. Ülkede bulunan okulların çoğunluğu devlet okulu
ancak bu okulların yanı sıra özel okullarda da eğitim veriliyor. Ülkede yedi
yaşına gelmiş bir çocuk yedi yıl boyunca herhangi bir ücrete tabi olmayan
ilkokul eğitimi alıyor. Bu eğitimden sonra başlayan ve iki yıl süren “high
school” ücrete tabi bir eğitim. Üniversiteler paralı. Yeri gelmişken belirtelim
burada dünya sıralamasında gayet başarılı seviyelerde üniversiteler mevcut. UCT
(University of Cape Town) genel sıralamada dünya üniversiteleri arasında 80.
sıradaymış. Yazık ki bizim üniversitelerimiz ilk 100’e bile giremiyor.
Bir sonraki durağımız Aslan
Parkı. Bu parkta kafesli bir araç ile aslanların yaşam alanında dolaşıyorsunuz,
onları beslenirken, uyurken, oynarken veya dinlenirken izleyebiliyorsunuz. Bu
parkın adı aslan parkı olmasına karşın sadece aslanlar yok. Çitalar, zebralar,
antiloplar, vahşi köpekler gibi pek çok hayvan yaşıyor burada. Kısa sürede çok
hayvan görmek isteyenler için ideal bir ortam. Biz şanslıyız, yeni beslenmiş
bir çitaya ve aslan yavrularına dokunma şansını bile yakalıyoruz.
Johannesburg yaklaşık 1800 metre
rakımlı bir platonun üzerinde yer alıyor. Özellikle yazın çok yağış alan ve
değişken bir hava durumuna sahip. Aslan parkı gezimizde biz de bu değişken
havadan nasipleniyor ve bir güzel ıslanıyoruz. Aslan parkından birer Afrika
elbisesi satın alıp gezimizi yağmur dinince sürdürüyoruz.
Ama yağmurdan sonra park daha
neşeli aslanlar daha oyuncu oluyorlarmış, biz de bunun tadını çıkarıyoruz.
Aslan Parkında buranın meşhur
üçgen börekleri Samusa’ların tadına bakmayı ihmal etmiyoruz. Sebzeli, tavuklu
ve kıymalı seçenekler mevcut.
Akşam ise Mandela Meydanında güzel bir et
lokantasında harika bir akşam yemeği yiyoruz. Hemen belirtelim yiyecekler çok
leziz ve fiyatları çok makul.
Bir sonraki günün programında ise
doğal safari var. Johannesburg’a otomobille 2 saat mesafede yer alan
Pilanesberg Milli Parkında yapacağı safarimizi. Erkenden kalkıp hazırlanıyoruz.
Yolda giderken rehberimizden Krugersdorf yakınındaki Sterkfontein mağaralarında
bulunan Australopithecus africanus'a ait kalıntıların 3,5 milyon yıl öncesine
dayandırıldığını ve böylece insanoğlunun anavatanı kadim topraklardan geçmekte
olduğumuzu dinliyoruz.
Pilanesberg’e safariye doğru
giderken yolda karşılaştığımız manzaralar oldukça ilginç. Hani yazının başında
bahsettiğim “Township”lerdeki yaşamın detaylarını yol kenarından görmek mümkün.
Birkaç fotoğraf paylaşayım sizlerle
Eskiden altınına hücum edilen bu
topraklardan şimdi elmas, platin gibi değerli madenler çıkarılıyor. Yine
Afrika’nın diğer ülkelerden madenlerde çalışmak üzere insanlar gelip buradaki
“Township”lere yerleşiyorlar. Dünyanın Batı yakasında değişen bir şey olmadığı
gibi Güney yakasında da değişiklik yok anlayacağınız. Şimdilerde zorla veya
kölelikle değil ekonomik gerekçelerle geliyor madene insanlar ve yine fakirlik,
yine yokluk yine çok zor hayat şartları.
Mezarlıkların gösterişli oluşu
dikkatimizi çekiyor. Rehberimize soruyoruz. Gerçekten insanlar için mezarlar ve
mezarlıklar önemliymiş. Burada yokluk içinde yaşayan insanların iyi bir cenaze
töreni ve iyi bir mezar yaptırabilmek için ellerinde ne varsa harcadıklarını
söylüyor rehberimiz. Bir de kutsal saydıkları yerlere ve mezarlıklara taş koyma
adetleri var. Üst üste konmuş taşlar görüyoruz ulu ağaçların altında ve
mezarlıklarda.
İlk durağımız yol üzerindeki Sun
City. Sun City 4 büyük otel kompleksinden oluşan yapay bir şehir.
Kumarhaneleri, 7 yıldız için başvurmuş olan muhteşem bir oteli, dalgalı havuzu,
su oyunları parkı, golf sahası ve daha pek çok imkânı ile bir vaha gibi burası
adeta. Bu yönüyle Las Vegas’a benzettim ben biraz. Sun City safari alanına
yakın konaklamak isteyenler için ideal bir mekân.
Sun City’de epeyce fotoğraf
çektikten sonra tekrar yola çıkıyoruz. Şimdiki durağımız Pilanesberg Milli
Parkı. 572 kilometrekare alana yayılmış bu milli parkta 188 kilometrelik bir
safari yolu mevcut. 2010 yılının sayımına göre parkta sayıları 10 binin
üzerinde olan 300 çeşit memeli hayvan yaşıyor. Afrika’nın meşhur “Big Five”ı
yani büyük beşlisini bu park sınırları içinde görmek mümkün. Afrika’nın beş
büyüğü; Afrika Mandası, Afrika Leoparı, Aslan, Afrika Fili ve kara gergedanından
oluşuyor. Toplamda 360 tür kuşa ev sahipliği yapan milli parkta en az 80 çeşit
kuşu bir mevsimde gözlemlemek mümkün. 100 çeşitten fazla sürüngen bulunduğunu
da ekleyelim. Bitki çeşitliliği de aynı şekilde zengin. Güney Afrika
Cumhuriyeti 20 binden fazla bitkinin yaşam alanını oluşturuyor ve bunların
arasında endemik türlerin sayıları oldukça fazla. Ancak ormanlık alan çok az,
toplam yüzölçümünün %1’ini ancak oluşturan ormanlar daha çok Mozambik sınırına
yakın Kruger Milli Parkı ve çevresinde bulunuyor. Önceden çok olan ormanlık
alanların beyazların gelişinden sonra ihtiyaca binaen kesilip yok edildikleri
belirtiliyor. Emperyalizm bu ülkenin altını, elması, platininden sonra fildişi
ve ormanlarını da yağmalamış anlaşılan. Çam ağaçları ve okaliptüsler sonradan
bu bölgeye Avrupalılar tarafından getirilip dikilen ağaçlar, buranın doğal
bitki örtüsünde yer almıyor. Okaliptüsler özellikle madenlerde destek materyali
olarak kullanıldıkları için getirilmişler. Bu sonradan gelen ağaç türleri yazık
ki kuraklığa, erozyona, orman yangınlarına ve ekolojik dengenin değişerek bazı
bitki türlerinin yok olmasına neden olmuşlar.
Pilanesberg’deki safarimiz beş
büyüklerin peşinde geçiyor. Epeyce hayvan gözlemleyip fotoğraf çektikten sonra
gün batarken şehre geri dönüyoruz.
Genel olarak Güney Afrika
Cumhuriyeti suç oranları yüksek bir ülke. Toplum içindeki sosyal farklılıklar
ile ekonomik dengesizliğin yarattığı yaşam tezatlığı ile yüksek işsizlik
oranlarının bu durumda payı olması yadsınamaz. 2000 li yılların başında
Kolombiya’dan sonra en yüksek suç oranlarının gözlendiği ülke olan Güney
Afrika’da günümüzde suç oranlarında azalma gözlemlense de, hala yüksek düzeyde
olduğu kabul edilmekte. O yüzden tedbiri elden bırakmıyoruz, tehlikeli
kısımlara rehbersiz girmiyoruz ve hava karardıktan sonra dışarıda olmamaya özen
gösteriyoruz.
Güney Afrika’da bulunduğumuz süre
boyunca buralarda gayet iyi yapılan kahvelerden ve Roibos çayından bolca
tüketiyoruz. Kırmızı Roibos çayı hem detoks etkisiyle hem de lezzetli tadıyla
Afrika’nın ilk yerli kabileleri Buşmanlar ve Koikoinlerden beri tüketilen bir
bitki çayı. Tein ve kafein içermiyor. Uzun ve yorucu geçen günlerimizin
ardından bir fincan sıcak Roibos çayı içip öyle gidiyoruz yatağımıza.
Bir sonraki gün Cape Town’a Güney
Afrika’nın yerel bir havayolunu ve onların renkli uçaklarını kullanarak
uçuyoruz. Cape Town’u keşfetmek için ise bir haftamız var.
Çok güzel ve anlamlı bir gezi olmuş.Baştan sona kadar merakla okudum ve bilgiler edindim.
YanıtlaSilÇok güzel bir gezi olmuş.gezmeniz güzel,paylaşmanız güzel,gördüklerinizi resimleyerek bizleri bilgilendirilmesi daha bir güzel.Türkçe de bir deyiş vardır;"Allah içinize sindirsin".Taşekkürler
YanıtlaSil