1 Mart 2016 Salı

Johannesburg, Güney Afrika Cumhuriyeti


2016 yılında yol arkadaşım sevgili Sultan Üşenmez ile iki haftamızı Güney Afrika seyahatine ayırıyoruz. Uzun süredir istediğimiz bu geziyi yaparak dünyanın öbür tarafındaki bu ilginç ülkeyi görebilmek için ülkemizde karlı kış günlerinin hüküm sürdüğü Şubat ayını tercih ediyoruz. Güney Afrika ise yaz aylarının keyfini sürmekte olduğundan çok doğru bir zamanlama ile kışın soğuk günlerinden iki haftalığına yazın sıcağına atıveriyoruz kendimizi. Atıveriyoruz dediysek öyle bir iki saatte geldiğimiz anlaşılmasın sakın, uzun bir yolculuk sonucu varıyoruz Güney Afrika’ya. İstanbul’dan Johannesburg’a Türk Hava Yolları direk uçuyor. Daha ekonomik ancak aktarmalı seçenekler de mevcut. Direk uçsanız bile 9 saat sürüyor bu yolculuk. Ama dokuz saat uçarak gidebileceğiniz pek çok uzun bir yolculuğun aksine bunun sonunda jet-lag yeme sıkıntısı yok çünkü Güney Afrika Cumhuriyeti ile aynı zaman diliminde yer alıyoruz. Saat ayarlamaca yok, yemek ve uyku saatleriniz değişmiyor, Türkiye ile aynı saati yaşadığınız için telefon açmadan önce saat hesaplamalarına gerek yok. Tüm bunlar iyi ama en iyisi montları botları dönüşe kadar kaldırmak ve sandalet ve kısa kollulara geçmek oluyor. Tam da umduğumuz gibi Afrika’nın sıcak güneşi karşılıyor bizi Johannesburg’ta.
Büyük bir ülke Güney Afrika Cumhuriyeti, 1.219.912 km² yüz ölçümü ile dünyanın en büyük 24. ülkesi konumunda. Çeşitliliğin ülkesi adını boşuna takmadığımız 50 milyon nüfuslu, 11 dil konuşulan Güney Afrika Cumhuriyetinde yürütmenin başkenti Pretoria, Johannesburg’a 45 km mesafede yer alıyor. Yargının başkenti Bloemfontein. Ülkenin yasama başkenti ise Cape Town. Dolayısıyla üç başkentli bir ülke burası. Bizim gezi planlamamızda Johannesburg ve Cape Town şehirleri, çevrelerindeki bazı önemli duraklar ile safari yapacağımız Pilanesberg milli parkı ve Sun City yer alıyor.
Güney Afrika Cumhuriyeti Afrika kıtasının en güney ucunda yer alıyor. Afrika kıtasının en güneybatısında yer alan uç noktası Ümit Burnu bu ülkenin önemli coğrafi noktalarından biri. Bizim gezi planımızda Cape Town şehrine yakın olması nedeniyle Ümit Burnu da var. Sanılanın aksine Afrika kıtasının en güney uç noktasını belirleyen ve Atlas Okyanusu ile Hint Okyanusunu birbirinden ayıran yer Ümit Burnu değil. Ümit burnunun doğusunda yer alan Agulhas Burnu. Orayı görmek için yaklaşık 200 km daha yol almak gerek ki biz bunu yapmayı planlamıyoruz. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Atlas Okyanusu ve Hint Okyanusu'na 2.798 km'lik sahil şeridi mevcut. Bu seyahatle birdenbire yeniden yaz aylarına dönmüşken bu sahillerin tadını çıkarmayı da istiyoruz elbette. Bavulumuzda güneş kremlerimiz ve mayolarımız hazır.
İlk durağımız Johannesburg. Tambo Uluslararası Havaalanından dışarı çıkar çıkmaz yaz havası bizi karşılıyor. Tersten akan ve özellikle kavşaklarda kafamızı çok karıştıran trafik, temiz ve bakımlı otopark alanı, Gautrain adındaki metro sisteminin havaalanından şehre modern bir ulaşım imkanı sunması, tertemiz tuvaletler, güler yüzlü ve bakımlı insanlarla karşılaşınca sanki bir Avrupa şehrindeymişiz gibi hissediyoruz. Bu izlenimlerle Johannesburg’un Sandton bölgesindeki otelimize doğru yola çıkıyoruz. Bu arada tüm rezervasyonlarımızı internet üzerinden yaptık ve gezimizi serbest şekilde planladık. Her ne kadar İngilizce konuşulan bir ülke olduğu için kendimizi rahat hissediyor olsak da soldan akan trafik alışkanlıklarımıza büyük engel teşkil ettiğinden araç kiralayarak dolaşmayı tercih etmedik. Meraklılarına duyuralım Güney Afrika’da Türk turistleri alıp gezdiren Türk rehberler mevcut. Yani ille de turlarla gelmeniz ve turların kalabalıkla yürütülen programlarına uymanız gerekmiyor, kendi programınızı yapabilir ve İngilizce bilmiyorsanız da bu ülkeyi serbestçe ziyaret edip gezip tozarken buraya ait bilgileri Türkçe olarak edinebilirsiniz. İnternette yapacağınız basit bir araştırma ile Türk rehberlere erişebilirsiniz. Şunu da yeri gelmişken belirtelim Güney Afrika Cumhuriyetine gitmek için vize almanız gerekmiyor. Bugün karar verip yarın gitmeniz mümkün, ancak yol uzak, dolayısıyla uçak biletleri pahalı. Önceden bilet almak bu anlamda avantaj sağlayacaktır. İyi otellerde konaklamak isterseniz bunun da pahalı olduğunu belirtelim ama yiyecek ve içecek hem çok lezzetli ve çeşitli, hem de ucuz. Üstelik tertemiz ve şık restoranlar ve oteller mevcut. O yüzden bizim gibi yanınızda boşuna dezenfektanlar, sabunlar taşımanıza gerek yok. Bu anlamda bizim ülkemizden daha iyi durumda olduklarını üzülerek kabul etmek gerek.
Kısa bir oryantasyon turu atıyoruz otelimize yerleşir yerleşmez. Bu arada belirtelim Radison Blu’da kalıyoruz ve harika bir otel, otel müdürünün Türk oluşu ve bizimle yakından ilgilenmesi ve izzeti ikramda bulunması da cabası. Teşekkürler Volkan Bey. Sandton’daki tren istasyonuna ve Nelson Mandela Meydanına çok yakın, sürekli shuttle ile bu bölgelere ulaşımınız sağlanıyor. Manzaramız, havuz, spor salonu ve kahvaltımız harika ama gezme meraklısı bizler bunlara pek zaman ayıramayacağız, biz şehir izlenimlerimize geri dönelim. Johannesburg’a Johannesburg diyen tek biz varız sanırım şehirde. Buradaki halk buraya Jozi, Jo'burg, eGoli veya Joeys diyor. Bu şehir 1,645 km2lik yüzölçümüne yayılan 50 kadar yerleşim bölgesi ve yaklaşık 5 milyonluk nüfusu ile Güney Afrika Cumhuriyetinin en büyük şehri. Tuhaftır içinden geçen nehir yok, deniz kıyısı değil, bir gölü de yok. Dünyadaki tüm büyük şehirlerden bu anlamda ayrılıyor. İnsanların buraya büyük bir yerleşim yeri kurmasının tek ve oldukça kıymetli bir nedeni var; Altın.  Buradaki altının keşfinden sonra 1886 yılında kurulmaya başlayan Johannesburg’un nüfusu ilk 10 yılda yüz bin kişiye ulaşmış. Altını keşfeden ve buraya akın eden Hollandalılar arasında o dönemde en yaygın isim Johannes olduğu için şehrin adı da Johannesburg konmuş. Böyle birden bire en hızlı büyüyen şehir mertebesine ulaşan ve değişik yerlerden değişik kültür ve sosyoekonomik düzeyden hatta ırktan gelen insanlardan oluşan bir şehrin çeşitliliği hayallerinizi zorlayacaktır. Her türlü toplum bilimi araştırmacısı için açık bir laboratuvar sanki burası. Bizim için de oldukça ilginç.
Yetmişli yılların sonunda madencilerin yaşadığı ayrı bir şehir olarak kurulmuş olan Soweto şehri artık Johannesburg’un bir mahallesi konumunda. Soweto kelimesi Güneybatı mahalleler anlamına gelen "South-Western Townships" kelimelerinin kısaltmasından oluşuyor. Madende çalışan Afrika yerlileri şehirde oturmalarına izin verilmediği için bu bölgeye yerleşmişler ve Soweto zaman içinde sadece siyahların yaşadığı bir bölge halini almış. Nelson Mandela’nın evi de bu bölgede. Beyaz ırktan turistler olarak Soweto’ya elimizi kolumuzu sallayarak girmemizi güvenlik kaygıları nedeniyle pek tavsiye etmiyorlar. O yüzden şehir turları yapan kırmızı otobüslerden tur satın alıyoruz. Turumuz Johannesburg’un merkezindeki Park istasyonundan kalkıyor. Otelimizin bulunduğu Sandton istasyonundan Park istasyonuna Gautrain ile ulaşıyoruz. Bu trenler çok modern, çok temiz, dakik ve rahatlar. Ama genel yaşam şartları ve diğer fiyatlar ile karşılaştırıldığında bunlarla ulaşımın pahalı olduğunu belirtmeliyim. İki durak ve 8 dakika kadar süren bir yolculuk bizim paramızla yaklaşık 10 liraya mal oluyor. Ama öte yandan güvenli ve kolay bir ulaşım imkânı sağlıyor Gautrain. Zaten bu yüzden olsa gerek yerli halk tarafından da çok tercih ediliyor.


Hemen Park istasyonu çıkışından kalkıyor kırmızı otobüs şehir turları. İstediğiniz istasyonda inip görülmesi gereken yerleri gezip tekrar aynı istasyondan 15 dakikada bir geçen otobüslerle şehir içinde dairesel turlar atarak önemli durakların hepsini görmeniz mümkün. Bir günlük otobüs turu için 180, Soweto turu ile birlikte bir günlük otobüs turu için 460, iki günlük turla birlikte Soweto turu için ise 560 rand ödüyorsunuz. Güney Afrika Cumhuriyeti para birimi rand Türk lirasının beşte biri değere sahip. Bu turlarda online rezervasyon ve ödemelerde ayrıca indirim var (www.citysightseeing.co.za). Park istasyonunda iner inmez görüyoruz otobüsleri ama para değişimi yapmamız gerekli. Otobüslerin yanına yaklaşıp döviz bürosu soruyoruz. Hemen oradaki güvenlik görevlisi yanımıza geliyor bize eşlik edeceğiniz söylüyor. Bizimle birlikte yakındaki alışveriş merkezinde bulunan döviz bürosuna geliyor, paramızı değiştiriyoruz, tekrar bizimle tur merkezine gelip biletlerimizi almamıza eşlik ediyor ve otobüse binene kadar yanımızdan ayrılmıyor ve bizimle sohbet ediyor. Bu tavrı bu seyahatimizde pek çok yerde ve pek çok kez görüyoruz. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Güney Afrika’da üzerinde güvenlik yazan birine bir soru sorduğunuzda sorununuz tatminkâr şekilde çözülene kadar size eşlik ediyorlar ve çok kibar davranıyorlar. Bu konuda da onlardan öğrenmemiz gereken çok şey var.
Kırmızı otobüsle Johannesburg şehir turunda ilk durak Carlton Centre. Burası eski şehir merkezinde (Down Town) eskiden çok popüler olan bir otel. Buraların en yüksek binası olduğu için 50. katından sunduğu şehir manzarası turistlerin ilgisini çekiyor. Ancak bizim otel odamızdan da benzer bir manzara var ve vaktimiz sınırlı, bunun için inmiyoruz. Otobüs eski şehir merkezinde ilerledikçe neredeyse sadece siyah insanların sokaklarda dolaşıyor oluşu dikkatimizi çekiyor. Burası yüksek binalarıyla, kalabalık caddeleri ve her şeyin satıldığı dükkânlarıyla tam anlamıyla şehir merkezi ancak beyazlar yok burada. Onlar şehrin başka kesimlerinde yaşıyorlar ve dolaşıyorlar. Şehir hakkında bilgi veren elektronik rehberi dinliyoruz. Bir süre sonra fark ediyoruz ki rehberin dil seçeneğinde tam 16 dil mevcut ve bunlardan biri de Türkçe. Hem şaşırıyoruz hem seviniyoruz. Malum ucundan kendimizi ait sandığımız Avrupa’da bile Türkçe bir şey bulunmaz. Afrika’da bize göre dünyanın öbür ucunda Türkçe elektronik rehber seçeneği ile karşılaşmak bizi mutlu ediyor. Bu durum turumuzun sonraki tüm aşamalarında aynı şekilde sürüyor. Örneğin gezimizin sonlarına doğru Cape Town’da Fok adası turunda satış ofisindeki kız nerelisiniz diye sorup Türküz cevabını alınca elimize tutuşturduğu tanıtım broşürlerinin Türkçe olduğunu görünce o kadar şaşırmıyoruz artık.
Otobüs turumuzun 4. durağında inerek Soweto turumuz için 11 kişi başka bir minibüse geçiyoruz. İlk aktivitemiz 2010 yılındaki Dünya Kupası için yaptırılan dev stadyumun fotoğraflarını çekmek, ardından Soweto’ya hoşgeldiniz yazısını fotoğraflamak.



Soweto turumuzu yerel bir rehber ve şoför eşliğinde yapıyoruz. Her ikisi de Soweto’da doğup büyümüşler. Yolculuğumuza başlarken rehberimiz her birimizin kendimizi tanıtmamızı istiyor ve neden Soweto’yu görmek istediğimizi soruyor. İlk konuşmaya başlayan kişi “My name is Meral, I am from Istanbul” deyince tesadüfün böylesi diyerek Meral’le tanışıyor ve minibüste çoğunluğu ele geçirmiş Türk kadınlar olarak Meral’i de yanımızda alarak turumuza devam ediyoruz.


Soweto ilginç bir yer. Burada sadece zenciler yaşıyor ve şehrin sadece zenci yerleşimi bulunan en büyük bölgesi. Bu bölge 1923 yılında siyah maden işçileri için geçici yerleşim alanıymış. Zamanla Johannesburg’un gettosu haline dönüşen Soweto aynı zamanda zencilerin eşitlik savaşının önemli bir mevziisi olarak da tarihteki yerini almış durumda. 1976 yılındaki Soweto Ayaklanması (Soweto uprising) buna bir örnek. Nobel Barış Ödülü sahibi Nelson Mandela ve Desmond Tutu’nun evleri de burada yer alıyor.
 
Halen altyapı eksiklikleri ile boğuşan yapısı ve fakirliğin sokaklara taşmış haliyle Soweto’yu ziyaret etmek ırk ayrımı döneminde siyahların yaşamaya zorlandığı koşullar ve onun süregelen uzantılarının gözler önünde olduğu “township”ler hakkında fikir veriyor. Soweto ayrıca zencilerin direnişi konusunda bilgilenmenizi sağlıyor. Geçmişin gettosu olan Soweto her ne kadar bugün bakımlı otoyolları, çevre düzenlemesi ve restore edilmiş evleriyle yeni bir görünüm kazanmış olsa da sadece zencilerin yaşadığı teneke evlerden oluşan pek çok “township” ülkenin büyük şehirlerinde halen var ve buralarda bu bir yaşam biçimi. Bu mahallelerden birini Caper Town gezimizde ziyaret ettik, yazının devamında bu izlenimlerimizi de paylaşacağım.


Soweto sayıları 20’yi aşan irili ufaklı township’lerden oluşuyor. Buralarda farklı kabileler yaşıyor. Değişik kabilelerin altın madeni sayesinde bir araya gelmesi ve yaşaması, farklı kültürel ve geleneksel yaşam biçimlerinin de biraraya gelmesiyle neticelenmiş. Burada kabilelerden tümüyle ayrı yeni bir yaşam biçimi var. Değişik, karışık ve çok renkli.

Nelson Mandela’nın evi Orlando West’te. Soweto turumuzun ilk durağı burası. Mandela 1946’da yerleştiği bu evde çok az yaşamış. Çünkü hayatı önce değişik yerlerde saklanmakla, ardından da 27 yıl süren hapis cezasıyla geçmiş. Müze evi geziyoruz. Oldukça mütevazı. Mandela için sonradan yaptırılan ve çocukları tarafından mirası paylaşılırken kavgalara neden olan kıymetli mevkilerdeki ihtişamlı saraylara benzemiyor. Bu müze evde Mandelaya’ya ait birçok anı ve kişisel eşya sergileniyor. Bunlar arasında, çeşitli fotoğraflar, yabancı ülkelerden, uluslararası kuruluşlardan, üniversitelerden verilen onur belgeleri, doktoralar yer alıyor.



Rahip Desmond Tutu’nun evi de aynı caddenin üzerinde. Tutu, zencilerin direniş mücadelesinde önemli bir rol üstlenmiş, iktidara gelmelerinden sonra toplumsal barışı sağlamak için oluşturulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun başkanlığını üstlenmiş ve bu gayretleriyle Nobel Barış Ödülü almıştı.

Bir sonraki durağımız ise ünlü Soweto Ayaklanmasının yaşandığı meydan. Bu ayaklanmada daha 13 yaşındayken öldürülen Hector Pieterson’ın anısı bugün de yaşıyor. Olan biteni hatırlayacak olursak; 1976 yılında Güney Afrika hükümeti zencilerin okulda derslerin yarısını Afrikaaner dilinde okumalarını şart koşan bir karar almıştı. Bu kararın uygulanması zenci halk içinde büyük tepki yaratmış olmasına ve protesto gösterilerine rağmen hükümet geri adım atmamıştı. Bunun üzerine 16 Haziran’da 20 bin öğrenci Soweto’da yürüdü. Polisin açtığı ateşte 20 kişi öldü. Ölenlerden biri de 13 yaşındaki Hector Pieterson’dı ve Hector oraya okuldan çıkan küçük kardeşini korumak için gelmişti. Cinayet büyük infial yarattı. Birçok kentte gösteriler düzenlendi. Zencilere direniş ruhunu kazandırdı. Hector Pieterson Müzesi’nde tüm bu çatışma süreci zengin görsel malzemelerle anlatılıyor. Meydandaki heykel, ardındaki tek tek taşlardan oluşan ve her biri alanda toplanan öğrencileri sembolize eden duvar, o gün akan kanı temsil eden akarsu, o gün atılan kurşunları ve taşları temsil eden suyun içindeki taşlar, olan bitenin artık geçmişte kaldığını sembolize eden suyun altından aktığı köprü ve barışın sembolü olarak dikilen yabani zeytin ağaçları o hazin olayı hatırlatmak ve anmak için yapılmış. Görevlerini de layıkıyla yapıyorlar. Irk ayrımı politikaları uygulanırken direnişçilerin sığındığı ve zencilerin eşitlik savaşı süresince siyasi toplantıların yapıldığı bir mekân olan Katolik Kilisesi Regina Mundi 1976 ayaklanmasında polisin silahlı, gazlı saldırısına uğrayan pek çok göstericinin sığınarak hayatlarını kurtardığı yer olmuş. Kiliseyi de burada görmek mümkün.




Soweto ayaklanmasının zencilerin beyazlara karşı yaptığı bir ayaklanma olarak görmemek gerekir. Tüm üçüncü dünya ülkelerinin tarihinde görebileceğiniz ve tahmin edebileceğiniz gibi bunun ardı da epeyce karışık. Neticede oradaki zenciler Afrikanslara yani Güney Afrika’nın yönetimini ve ekonomisini elinde bulunduran Hollanda kökenli ama artık kendilerini Afrikalı olarak niteleyen beyazlara karşı ayaklandılar ve tabii yine tahmin edebileceğiniz gibi o sırada oradaki gücün ve paranın el değiştirmesini isteyen başka beyaz adamlar ortalıkta kol geziyordu. Neyse bunlar başka yazıların konusu. Biz gezimize geri dönelim.
Soweto turumuzu tamamlayıp kırmızı otobüslerin 4 numaralı durağına geri dönüyoruz. Burada Soweto’nun kurulmasına neden olan eski altın madeninin de içinde yer aldığı Gold Reef City Tema Parkı yer alıyor. Parkta özellikle çocukların çok ilgisini çeken her türlü lunapark oyuncağı ve bizim de ilgimizi çeken dans gösterileri mevcut. Pek çok hediyelik eşya dükkânı, kafeler ve restoranlar da cabası. Burada karnımızı doyurup kahvelerimizi içip maden turuna gidiyoruz. 90 rand karşılığında rehber eşliğinde altın madeninde kısa bir tur atmak mümkün. Hiç altın madenine girmemiş insanlar olarak hayatımızın bir diğer ilkini gerçekleştirmek için hemen bu tura katılıyoruz. Kafamıza kask geçirip ellerimize fenerler veriyorlar ve bir zamanlar maden işçilerini taşıyan asansörlerle yerin 75 metre altında yer alan madenin 2. Katına iniyoruz.


 
Bu maden yerin 3000 metre altına kadar iniyor ancak daha aşağıya tur düzenlemiyorlar. Daracık, karanlık ve nemli tünellerde ilerliyoruz. Rehberimiz bize duvardaki kayalarda siyah noktalar şeklinde parlayan altını gösteriyor. Bir ton taştan 4 gram altın çıktığını ve artık maliyet etkin olmadığı için madenin kapatıldığını söylüyor. Madenin havalandırma, su drenajı, acil durum boşaltımı, işçilerin çalışma koşulları hakkında bilgiler veriyor. Yaklaşık yarım saatlik kısa bir tur atıp birçok fotoğraf çekerek çıkıyoruz yüzeye.





Bir sonraki durağımız kırmızı otobüslerin 5 numaralı durağında yer alan Apartheid yani Irk Ayrımı Müzesi. Bildiğiniz gibi Güney Afrika, 1994’e kadar beyaz azınlık tarafından yönetildi. Kölelik benzeri politikaların hâkim olduğu 1910’larda siyahlar belli bölgelerde yaşamaya zorlanıyorlardı. Sonradan Asyalıların ve renkli (coloured) nüfusun da eklenmesiyle ülkenin ırk çeşitliliği de artınca 1948’de iktidara gelen yönetim tarafından ırk ayrımcı (apartheid) politikalar başlatıldı. Kamu alanları, araçlar, parklar, hastaneler hatta ambulanslar bile bölündü. İşte Apartheid Müzesi o günleri büyük bir görsel zenginlik ile sergileyen ve yansıtan bir müze. Burası oldukça büyük ve bu bölgenin tarihine ve kültürüne meraklıysanız en az yarım gününüzü bu müzeye ayırmalısınız.


Güzel bir müze yapmışlar ancak bana göre tek sorun sesli rehber eksikliği. Çok fazla okuma yapmanız gerekiyor. Uzun süren bu gezi sürekli İngilizce dilinde okuyarak gezdiğiniz için oldukça yorucu olabiliyor. Müzede ülkenin ve ırk ayrımcılığının tarihi oldukça zengin görsel malzemelerle sergileniyor.





 
Salonlarda film gösterimleriyle hem Afrika’nın hem de ırkçılığın tarihini gerçek görüntüler eşliğinde izliyorsunuz. Zaman zaman ağlamak istiyorsunuz insanın insana yaptıklarını gördüğünüzde. Filmler, fotoğraflar, canlandırmalar, maketler, kişisel eşyalar, siyah, beyaz ve renkli diye ayrılan kimlik kartları, döneme ait araç gereçler, ses kayıtları kısacası dönem tarihine ilişkin her şey var burada. Müzede ayrıca, Nelson Mandela, Oliver Tambo, Walter Sisuli, Albert Lithuli, Desmond Tutu, Steve Biko gibi zenci liderlerin yaşamına ilişkin bilgiler de verilmekte.


Oldukça etkileyici bir müze Apartheid Müzesi. Güney Afrika tarihini yaklaşık 3 milyon yıl önceki Bushman’lardan başlayarak aktaran bu müze 1994 yılında zencilerin de katıldığı ve Nelson Mandela’nın zaferiyle sonuçlanan seçim ve yeni anayasa ile son buluyor. Peki bitmiş mi burada apartheid? Bu soruyu 15 günün sonunda yanıtlayabiliyorum ancak, baştan hiç tahmin edememiş olduğum şekilde üstelik. Şöyle ki; hala şehirlerde beyazların, zencilerin ve renklilerin yaşadıkları bölgeler ayrı. Bu bir zorunluluk değil artık ama bir yaşam biçimi. Günümüzde nüfusun %73’ünü zenciler, %16’sını beyazlar, %6’sını renkliler ve %4’ünü Asyalılar oluşturuyor. Çoğunluk olan siyahlar Zulular, Xhosalar, Basotholar, Vendalar, Batsvanalar, Tsongalar, Svaziler ve Ndebeleler başta olmak üzere farklı etnik gruplara ayrılırken ülkede bulunan diğer Afrika ülkelerinden gelen siyahların sayıları da az değil. Güney Afrika'da yaşayan beyazların çoğunluğunu bölgeye özellikle 17.yy'den itibaren göç eden Hollandalı, Alman, Fransız ve İngiliz göçmenlerin soyundan geliyor. Güney Afrika Cumhuriyeti bu özelliği ile Afrika kıtasında en çok Avrupa kökenli kişiyi barındıran ülke konumunda. Şehirlerde Yahudilerin, Müslümanların veya Zimbabwe’den gelenlerin ya da Malayların mahalleleri de ayrı. Elbette dinler de aynı şekilde çeşitlilik gösteriyor. Nüfusun %53’ü Hristiyanlığın ana mezheplerine kayıtlıyken, %24’ü herhangi bir dini gruba bağlı değil, %14’ü Afrika’nın bağımsız kiliselerine bağlı, %3’ü Müslüman, %1’i Yahudi ve yine %1’i Hindu. Diller de aynı çeşitliliği sergiliyor elbette; Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Apartheid döneminin sona ermesi ile birlikte resmi olarak on bir ulusal dil belirlenmiş. Buna göre İngilizce, Afrikaanca, Güney Ndebelece, Güney Sothoca, Kuzey Sothoca, Svatice, Tsongaca, Tswanaca, Vendaca, Xhosaca ve Zuluca resmi dil. Bu kadar çok resmi dil özelliği ile Güney Afrika Cumhuriyeti dünya üzerinde Bolivya ve Hindistan'dan sonra en çok resmi dile sahip ülke. Ülke nüfusun %60'ı yakını Afrikaanca dilini anadillerinden biri olarak kullanıyor.
Kanunla ya da kuralla ayrımcılık yok ama fiilen ayrımcılık mevcut. Dahası da var; özellikle beyazların dert yandığı bir tersine apartheid uygulandığını işitiyoruz; örneğin zenciler ekonomik durumlarından bağımsız şekilde eğitim için daha az ücret ödüyorlar. Bu arada temel eğitim ücretsiz ama yüksek öğretim paralı. Temel eğitim için de özel okullar mevcut ve ekonomik durumu iyi olanlar bunları tercih ediyor. Aynı durumlar sağlık sistemi için de geçerli. Devletin bedava sunduğu sağlık hizmetleri ekonomik durumu iyi olanlar tarafından hiç tercih edilmiyor. Kaliteli sağlık hizmeti veren iyi ve büyük hastaneler mevcut ancak bu hizmetler pahalı. Dr. Bernard’ın ilk kalp naklini burada yaptığını hatırlarsınız. Bir işletme açılırken, ruhsat alınırken, vergi işlemlerinde, hukuksal düzenlemelerde zencilerin lehine pek çok uygulama olduğunu bunun da tersine apartheid yarattığını söyleyen pek çok beyazla tanıştığımızı belirtmeliyim.
Bir sonraki gün için aslan parkı ve Lesedi köyüne gitmeyi planlıyoruz. Buralar biraz şehir dışında, o yüzden daha önceden ayarladığımız rehberimiz bizi otelimizden gelip alıyor ve gezimize başlıyoruz. Lesedi köyü bir Zulu köyü. Halen daha içinde yaşayan yerliler mevcut. Ama artık turistik bir köy olmuş. İsterseniz içinde konaklama imkânı, restoran, kafe, hediyelik eşya dükkânı sunan bu köy tüm bunların yanında günde 2 kez dans ve müziklerin sunulduğu bir gösteriyi düzenliyor. Biz de katılıyoruz gösteriye. Dilerseniz köyde yerlilerle dolaşabilir, tipik bir Zulu kabilesinin gündelik yaşamı hakkında bilgi alabilir, köyün büyücüsüyle tanışıp fal bile baktırabilirsiniz.






Lesedi köyünden çıkıp Aslan parkı (Lion Park)’na doğru giderken bir ilkokul görüyoruz. İçeriye göz atabilir miyiz acaba diye bakınırken teneffüsteki çocuklar etrafımızı sarıveriyor. Bizden tek istekleri var elimizi tutmak ve onların fotoğraflarını çekmemiz. Memnuniyetle yapıyoruz bunu.






Hazır okulu görmüşken bu ülkenin eğitimine ait elde ettiğimiz bilgileri de paylaşalım. Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde okuma yazma bilenlerin oranı 2015 tahmini verilerine göre %94,3 düzeyindeymiş. Güney Afrika Cumhuriyeti genelinde dokuz yıl kesintisiz okula gitme zorunluluğu bulunuyor. Ülkede bulunan okulların çoğunluğu devlet okulu ancak bu okulların yanı sıra özel okullarda da eğitim veriliyor. Ülkede yedi yaşına gelmiş bir çocuk yedi yıl boyunca herhangi bir ücrete tabi olmayan ilkokul eğitimi alıyor. Bu eğitimden sonra başlayan ve iki yıl süren “high school” ücrete tabi bir eğitim. Üniversiteler paralı. Yeri gelmişken belirtelim burada dünya sıralamasında gayet başarılı seviyelerde üniversiteler mevcut. UCT (University of Cape Town) genel sıralamada dünya üniversiteleri arasında 80. sıradaymış. Yazık ki bizim üniversitelerimiz ilk 100’e bile giremiyor.

 
Bir sonraki durağımız Aslan Parkı. Bu parkta kafesli bir araç ile aslanların yaşam alanında dolaşıyorsunuz, onları beslenirken, uyurken, oynarken veya dinlenirken izleyebiliyorsunuz. Bu parkın adı aslan parkı olmasına karşın sadece aslanlar yok. Çitalar, zebralar, antiloplar, vahşi köpekler gibi pek çok hayvan yaşıyor burada. Kısa sürede çok hayvan görmek isteyenler için ideal bir ortam. Biz şanslıyız, yeni beslenmiş bir çitaya ve aslan yavrularına dokunma şansını bile yakalıyoruz.





Johannesburg yaklaşık 1800 metre rakımlı bir platonun üzerinde yer alıyor. Özellikle yazın çok yağış alan ve değişken bir hava durumuna sahip. Aslan parkı gezimizde biz de bu değişken havadan nasipleniyor ve bir güzel ıslanıyoruz. Aslan parkından birer Afrika elbisesi satın alıp gezimizi yağmur dinince sürdürüyoruz.


Ama yağmurdan sonra park daha neşeli aslanlar daha oyuncu oluyorlarmış, biz de bunun tadını çıkarıyoruz.




Aslan Parkında buranın meşhur üçgen börekleri Samusa’ların tadına bakmayı ihmal etmiyoruz. Sebzeli, tavuklu ve kıymalı seçenekler mevcut. 


Akşam ise Mandela Meydanında güzel bir et lokantasında harika bir akşam yemeği yiyoruz. Hemen belirtelim yiyecekler çok leziz ve fiyatları çok makul.
Bir sonraki günün programında ise doğal safari var. Johannesburg’a otomobille 2 saat mesafede yer alan Pilanesberg Milli Parkında yapacağı safarimizi. Erkenden kalkıp hazırlanıyoruz. Yolda giderken rehberimizden Krugersdorf yakınındaki Sterkfontein mağaralarında bulunan Australopithecus africanus'a ait kalıntıların 3,5 milyon yıl öncesine dayandırıldığını ve böylece insanoğlunun anavatanı kadim topraklardan geçmekte olduğumuzu dinliyoruz.
Pilanesberg’e safariye doğru giderken yolda karşılaştığımız manzaralar oldukça ilginç. Hani yazının başında bahsettiğim “Township”lerdeki yaşamın detaylarını yol kenarından görmek mümkün. Birkaç fotoğraf paylaşayım sizlerle





Eskiden altınına hücum edilen bu topraklardan şimdi elmas, platin gibi değerli madenler çıkarılıyor. Yine Afrika’nın diğer ülkelerden madenlerde çalışmak üzere insanlar gelip buradaki “Township”lere yerleşiyorlar. Dünyanın Batı yakasında değişen bir şey olmadığı gibi Güney yakasında da değişiklik yok anlayacağınız. Şimdilerde zorla veya kölelikle değil ekonomik gerekçelerle geliyor madene insanlar ve yine fakirlik, yine yokluk yine çok zor hayat şartları.
Mezarlıkların gösterişli oluşu dikkatimizi çekiyor. Rehberimize soruyoruz. Gerçekten insanlar için mezarlar ve mezarlıklar önemliymiş. Burada yokluk içinde yaşayan insanların iyi bir cenaze töreni ve iyi bir mezar yaptırabilmek için ellerinde ne varsa harcadıklarını söylüyor rehberimiz. Bir de kutsal saydıkları yerlere ve mezarlıklara taş koyma adetleri var. Üst üste konmuş taşlar görüyoruz ulu ağaçların altında ve mezarlıklarda.
İlk durağımız yol üzerindeki Sun City. Sun City 4 büyük otel kompleksinden oluşan yapay bir şehir. Kumarhaneleri, 7 yıldız için başvurmuş olan muhteşem bir oteli, dalgalı havuzu, su oyunları parkı, golf sahası ve daha pek çok imkânı ile bir vaha gibi burası adeta. Bu yönüyle Las Vegas’a benzettim ben biraz. Sun City safari alanına yakın konaklamak isteyenler için ideal bir mekân.







 
Sun City’de epeyce fotoğraf çektikten sonra tekrar yola çıkıyoruz. Şimdiki durağımız Pilanesberg Milli Parkı. 572 kilometrekare alana yayılmış bu milli parkta 188 kilometrelik bir safari yolu mevcut. 2010 yılının sayımına göre parkta sayıları 10 binin üzerinde olan 300 çeşit memeli hayvan yaşıyor. Afrika’nın meşhur “Big Five”ı yani büyük beşlisini bu park sınırları içinde görmek mümkün. Afrika’nın beş büyüğü; Afrika Mandası, Afrika Leoparı, Aslan, Afrika Fili ve kara gergedanından oluşuyor. Toplamda 360 tür kuşa ev sahipliği yapan milli parkta en az 80 çeşit kuşu bir mevsimde gözlemlemek mümkün. 100 çeşitten fazla sürüngen bulunduğunu da ekleyelim. Bitki çeşitliliği de aynı şekilde zengin. Güney Afrika Cumhuriyeti 20 binden fazla bitkinin yaşam alanını oluşturuyor ve bunların arasında endemik türlerin sayıları oldukça fazla. Ancak ormanlık alan çok az, toplam yüzölçümünün %1’ini ancak oluşturan ormanlar daha çok Mozambik sınırına yakın Kruger Milli Parkı ve çevresinde bulunuyor. Önceden çok olan ormanlık alanların beyazların gelişinden sonra ihtiyaca binaen kesilip yok edildikleri belirtiliyor. Emperyalizm bu ülkenin altını, elması, platininden sonra fildişi ve ormanlarını da yağmalamış anlaşılan. Çam ağaçları ve okaliptüsler sonradan bu bölgeye Avrupalılar tarafından getirilip dikilen ağaçlar, buranın doğal bitki örtüsünde yer almıyor. Okaliptüsler özellikle madenlerde destek materyali olarak kullanıldıkları için getirilmişler. Bu sonradan gelen ağaç türleri yazık ki kuraklığa, erozyona, orman yangınlarına ve ekolojik dengenin değişerek bazı bitki türlerinin yok olmasına neden olmuşlar.
Pilanesberg’deki safarimiz beş büyüklerin peşinde geçiyor. Epeyce hayvan gözlemleyip fotoğraf çektikten sonra gün batarken şehre geri dönüyoruz.











 
Genel olarak Güney Afrika Cumhuriyeti suç oranları yüksek bir ülke. Toplum içindeki sosyal farklılıklar ile ekonomik dengesizliğin yarattığı yaşam tezatlığı ile yüksek işsizlik oranlarının bu durumda payı olması yadsınamaz. 2000 li yılların başında Kolombiya’dan sonra en yüksek suç oranlarının gözlendiği ülke olan Güney Afrika’da günümüzde suç oranlarında azalma gözlemlense de, hala yüksek düzeyde olduğu kabul edilmekte. O yüzden tedbiri elden bırakmıyoruz, tehlikeli kısımlara rehbersiz girmiyoruz ve hava karardıktan sonra dışarıda olmamaya özen gösteriyoruz.
Güney Afrika’da bulunduğumuz süre boyunca buralarda gayet iyi yapılan kahvelerden ve Roibos çayından bolca tüketiyoruz. Kırmızı Roibos çayı hem detoks etkisiyle hem de lezzetli tadıyla Afrika’nın ilk yerli kabileleri Buşmanlar ve Koikoinlerden beri tüketilen bir bitki çayı. Tein ve kafein içermiyor. Uzun ve yorucu geçen günlerimizin ardından bir fincan sıcak Roibos çayı içip öyle gidiyoruz yatağımıza.
Bir sonraki gün Cape Town’a Güney Afrika’nın yerel bir havayolunu ve onların renkli uçaklarını kullanarak uçuyoruz. Cape Town’u keşfetmek için ise bir haftamız var.


 


2 yorum:

  1. Çok güzel ve anlamlı bir gezi olmuş.Baştan sona kadar merakla okudum ve bilgiler edindim.

    YanıtlaSil
  2. Çok güzel bir gezi olmuş.gezmeniz güzel,paylaşmanız güzel,gördüklerinizi resimleyerek bizleri bilgilendirilmesi daha bir güzel.Türkçe de bir deyiş vardır;"Allah içinize sindirsin".Taşekkürler

    YanıtlaSil