18 Aralık 2015 Cuma

Cehalet üzerine - Kruger-Dunning fenomeni ve tedavisi


Cornell üniversitesi öğretim üyeleri olan Justin Kruger ve David Dunning, Kruger-Dunning fenomeni olarak adlandırılan ve psikoloji alanında 2000 yılında IG-Nobel ödülü kazanmalarını sağlayan araştırmalarının ilk bölümünü “Journal of Personality and Social Psychology” dergisinde Aralık-1999 tarihinde yayınlamışlardı. Çalışmalarının hipotezi ve saptamaları kısaca şu şekildeydi;
·  Niteliksiz insanlar kendi yetenek düzeylerini olduğundan yüksek görme eğilimindedirler,
·  Niteliksiz insanlar diğer insanların niteliklerini tanıma ve görme yetisinden yoksundurlar,
· Niteliksiz insanlar kendi yetersizliklerini tanıma ve görme yetisinden yoksundurlar.

Özetle cahil insanlar kendi cehaletlerinin farkına varamazlar ve etraflarındaki bilgili ve kültürlü insanların donanımlarının boyutlarını göremezler. Sonuçlar Bertrand Russell’ın “Kim kendini kesinlikle doğru sanıyorsa aptaldır ”sözünü doğrular nitelikte.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhNx06vAgTadGprU2dGZv0PKJPZqdv1aYfUmwOqDh2Pk9cJfwjwmowvpVydUyVf7ZylwDZwo6ty0XrUSEn3AMIVA-mVmAx3K5En0WeodX3M8pQFSEKzGwKNO0MSrEaRBPRA8yOPm8s3gC3K/s1600/Akillilar+Hep+Kusku+Icindeyken+Aptallar+Kustahca+Kendinden+Emindir+Bertrand+Russell+Sozleri.jpg
Aynı araştırmacılar konuyla ilgili çalışmalarını sürdürmüşler ve bu konuda yapılmış çalışmaların tümünün sonuçlarını “Organizational Behavior and Human Decision Processes- 105 (2008) 98-121” dergisinde yayınlamışlar. Son çalışmanın sonuç bölümünde Kruger-Dunning fenomeninin esas nedeni olarak cahil ve niteliksiz insanların geri besleme yapamamaları, yani yaşadıklarından ve kendilerine söylenenlerden ders alamamaları gösteriliyor. Problemin çözümü de geri beslemeyi öğrenmek ve öğretmek olarak vurgulanıyor. 

Okullarda geri besleme eğitimi ile öğrencilerin zamanla ne yaptıklarını ve yapamadıklarını görme, kendilerini daha iyi algılayıp analiz etme yetisine kavuşabilecekleri söyleniyor. Yani Kruger-Dunning fenomeninin tedavisi eğitim. Her ne kadar “tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır” sözü çok zaman kendini kanıtlamışsa da, şu halde tahsil sadece kişinin kendi iç görüsünü geliştirebilse görevini tamamlamış sayılabilir. Eğitimciler içgörüyü kazandıracak bir eğitim programını detaylandırmalı ve uygulamalıdırlar.

Bu konuda yapılan çalışmaların sonuçları aslında daha önce peygamberler, bilim adamları, filozoflar, din adamları ve âlimler tarafından söylenmiş pek çok güzel sözün, atasözlerimizin ve tarihe geçen olayların altını çizer nitelikte. Şems-i Tebrizi ile Mevlana’nın Konya’da ilk kez karşılaşmalarının hikâyesi konumuza güzel bir örnek.  Bu iki büyük âlim ilk kez Konya’da bir sokakta karşılaştıklarında Şems-i Tebrizi Mevlana’ya şunu sorar;

-Büyük âlim Bistamlı Bayezid mi büyüktür, yoksa Hz. Muhammed mi?

Mevlana:
-Bu nasıl sualdir? Kuşkusuz Hz. Muhammed yaratılmışların en büyüğüdür, burada Bayezid’in lafı mı olur? Diye kızar.

Şems-i Tebrizi ise itirazını şöyle ortaya koyar;
-öyle diyorsun ama Peygamber bu büyüklüğü ile ey Allahım biz seni tam anlamıyla bilemedik derken, Bistamlı Bayezid kendimi tenzih ederim, ben bilinmesi gerekenleri tıpkı gerektiği gibi bildim, ben sultanların sultanıyım diyor.

Mevlana’nın cevabı ise şöyledir;
-Bazı insanların gönül dağarcığı küçüktür, bir testi suyla dolar, bazılarınınki ise sonsuzdur, okyanuslar bile susuzluğunu gideremez. Bayezid susuzluğunu bir yudum suyla giderip, övünerek suya kandığından dem vurdu. Hz. Muhammed ise her gün daha çok gördü, daha çok anladı, daha çok bildi ama gördükçe görecekleri artıyor, bildikçe bilmedikleri çoğalıyor, anladıkça anlamadıkları büyüyordu. Bu sebeple biz seni layıkıyla bilemedik diye buyurmuştur.

Böylece bu iki dost birbirini bulmuştur, hatta Konya’da bu konuşmayı yaptıkları yer Merec-el Bahreyn, yani iki denizin buluştuğu yer olarak adlandırılmıştır.

Kendini bilmek tüm dinlerde ve filozofilerde önemli bir merhale ve erdemdir. Belki de bu yüzden Kuran-ı Kerim’in ilk emri “Oku” dur. Hz. Muhammed “Kendin bilen, Allah’ını bilir” diyor. Kendini bilemeyen etrafı da bilemeyecektir. Bu bilgisizlik bakış açısının darlığı, çevreyi anlama kapasitesinden yoksunluk, olayları farklı açılardan görememe, kısaca; cehaletle sonuçlanacaktır. 

Yaşamdan ders alma kabiliyetini kazanmamış olan cahiller, cehaletlerinin farkında bile olmayarak, kendilerini çok bilen saymaya devam edeceklerdir. Kurallara uymamayı cesaret sayan cehalet günden güne topluma yayılacaktır. Üstelik bu durumlarda cehalete eşlik eden davranış özellikleri; densizlik, haddini bilmezlik ve kabalık ta artacaktır. Cahil olan her şeyi, her şekilde yapmayı kendinde hak görür, kendini olduğundan büyük, başkalarını küçük sanmaktadır. Cahiller çok kıymetli erdemler olan tevazu, hoşgörü ve sabır gösteren insanları sümsük ve yetersiz olarak damgalarlar. Bu kendini bilmezlerin sayısı eğitimsizlik ve cehaletin artışıyla orantılı artar.


Köklü ve gelenekleri olan toplumlarda cehalet ve cehaleti gösteren davranış biçimlerini saklı tutmak bir edep belirtisi kabul edilir. Zaman içinde cehaleti sergileyen davranış sahiplerinin toplumda yükselmesi, toplumun bütün cahillerine egolarındaki kabalığı gösterme hakkını ve cesaretini verir. Kendi gibi olanın yükselmesini, bir gün kendisinin de yükselme umuduyla eşleyen kitleler, olaylara kendisi gibi bakan ve çok iyi anladıkları insanları seçip desteklerler. Erdemli, kibar, eğitimli ve kültürlü insanlar için hayat giderek zor ve çekilmez hale gelirken, toplumun kültüründen ve inançlarından gelen yüce erdemler yıkılıp, kaybolup gider. Üstelik bu kayboluşu algılayabilenler de ancak belli bir bilgi birikimine sahip olanlardır. Cahiller olan biteni de algılayamadıkları gibi, toplumsal ve inanç değerlerinin korunduğu ve savunulduğu yanılgısını yaşamayı sürdürürler.



İster “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” diyen Kuran-ı Kerimi, ister “Ben ölüleri dirilttim, fakat cahilleri diriltemedim” diyen Hz. İsa’yı, ister “Cahiller ilim sahiplerine düşman kesilirler” diyen Hz. Ali’yi, ister “Tevazu ile konuşmayan kişi zamanla bununla ilgili bütün kelimeleri de tamamıyla unutur” diyen Konfüçyüs’ü, ister “Cehalet bilginin verdiğinden çok daha fazla kendine güven verir” diyen Darwin’i, ister “Nedensellik, etkileşim, koşullar ve ayırt edici algılama…Dört büyük element bunlardır” diyen Buddha’yı, ister “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” veya “Çok bilen, çok yanılır” diyen atasözlerimizi, isterseniz de bunların tümünü referans alın, aklın yolu birdir ve akıl ile cehalet genellikle aynı yerde bulunmaz. 

Hırsızın hiç mi suçu yok?


Gelişmiş toplumların toplumsal bilincine yerleşik davranış kalıplarından biridir hatayı önce kendinde aramak. Galiba şu anda bizim toplumumuzun en çok ihtiyaç duyduğu bakış açılarından biri de bu.

Suçu başkasına atmak veya başkasında aramak bizim toplumumuzda çok yaygın ve en sorunlu davranış kalıplarından biri. Sorunlu çünkü hem durumu ve gerçeği kavramaya engel oluyor, hem başkalarını konunun içine çekip sorunu sosyalleştiriyor, hatta bazen insanları gruplayıp onları birbirinden ayırıyor, hem de sorunu çözmüyor ve daha beteri kronikleştiriyor.


Bilmem farkında mısınız giderek bu sorunlu davranış kalıbı günlük gazeteleri, televizyon programlarını, siyaseti, iş hayatını, ev hayatını kısacası hayatımızı işgal etmekte, hatta etti bile. Bunun temelindeki sorun aynalama bozukluğu olabilir mi? Haydi beraber bakalım.


Basit bir örnekten çıkarsak yola şöyle bir şeydir aynalanma bozukluğu; çocuk kafasını masaya vurur, ağlamaya başlar, anne masaya eliyle vurarak “Eeehh masaya! Gelip oğlumun kafasına çarpmış, eh ona!” der. Çocuk kafasını masaya çarpsa masanın suçlu olduğunu öğrenir. Kendisi masumdur, mazlumdur, üstelik canı yanmıştır. Büyüyüp olgunlaştıkça masanın suçlu olacağına inanmaz elbette ama kimse masayı oraya koyan o suçludur işte!
  • Okulda zayıf mı aldı, hoca ona takmıştır, ağzıyla kuş tutsa beğenmez zaten, maçta kötü mü oynadı, hakem taraf tutmuştur zaten. 
  • İş mi bulamadı, torpili yoktur ki onun. 
  • İşinde hak ettiği değeri mi alamıyor, suçlu patrondur her zaman. 
  • Evliliğinde sorunlar mı var, bütün kabahat eşindedir, iyi karılık yapamıyordur, yapsa böyle olmazdır. 
  • Okuyamamıştır, yoksulluğun gözü kör olsundur. 
  • Cahildir, hiç te bile değildir, hem cahillik iki kitap okumamışlık değildir ki, üstelik o hiç okumasa bile keskin zekâsı sayesinde doğruları görebilmektedir, adam olmak için okumak gerekmez ki zaten, ne okumuşlar vardır adam olamayan. 
  • İyi okullarda okumuştur, yine başarısızdır, o zaman da şanssızdır. 
  • Hiçbir trafik kuralına uymaz, ama sorsan diğer şoförler araç kullanırken kafalarını kullanmayı bilmedikleri için trafik keşmekeştir. 
  • Yağmurda çamurda sürat yapar, anlamsızca şerit değiştirirken yaptığı kazada birilerini, bazen de kendini öldürür, suçlu kaderdir. 
  • Asabidir, çünkü hayat şartları onu bu hale getirmiştir. Birini yumruklasa karşıdaki hak etmiştir. Karısını dövse, erkek döverdir de severdir de, zaten karısı hak etmese dövmezdir. 
  • Bir tane arkadaşı kalmasa etrafında, herkes terk etmiş olsa onu, gidenlerdir hep suçlular. Hep bir mazeret vardır, hep suç başkasındadır. Örnek çok!




Böyle bir davranış kalıbında kötülüklere bulaşmış olmaktan şeytan, cinsel suçlardan şeytan olan kadınlar, tecavüzden mini etek, canavarca eylemlerden bira, en suçlu bulunamadık durumlardan da kader sorumludur. Nasreddin Hocanın “Hırsızın hiç mi suçu yok?” diye sorduğu durum da tam olarak budur. 

Benim ülkem mutsuz ve suratsız insanların ülkesi



Oldum olası batıya doğru gitmek beni mutlu etmiştir. Nedenini bugüne kadar iyi ayrımsayamamıştım, sanırım nihayet buldum, onu paylaşmak istedim sizlerle.


Batıya doğru gitmek sanki zaman kazık atmak gibidir, hele saat farkı olan bir yere gidiyorsanız saatinizi uçağa bindiğiniz anda geri alıvermek zaman attığınız kazığın maddeye bürünmesidir ve bu eylemi gerçekleştirmek tuhaf bir şekilde mutlu eder beni. Dönüşte tam tersini yapacağımı, attığım kazığın yuvarlak olan dünyada eninde sonunda bir işe yaramayacağını, dönüş yolculuğunda ettiğim kahvaltıyı sindiremeden gün batımını yaşayacağımı bile bile mutlu olurum giderken. Ama anlatmak istediğim neden bu değil. Batıya doğru gittikçe güneş daha geç batmaya başlar, İzmir batıdadır, batıya doğru giderken bir denize rastladığınızda güneş denizin koynuna girerek batar, bunu izlemek nedense beni pek mutlu eder ama anlatmak istediğim nedenler bunlar da değil. Batıya doğru gitmeyi gerçekten neden sevdiğimi en sonunda bu seyahatimde anladım ve bunu 4 saat arayla gördüğüm polis memurları sayesinde çözdüm.


İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanında pasaportuma yurt dışı çıkış damgasını vuran polis memuru bugüne dek gördüğüm en suratsız insanlardan biriydi. Bilirsiniz ben hekimim. İnsanların en suratsız hallerini görmeye alışığım. Ama bu adam hakikatten itici şekilde çok suratsızdı. İşini yaparken çok ağır hareket ediyor, önündeki kuyruğun uzadıkça uzamasına izin veriyor, insanlar uçaklarına yetişebilmek için acele ettikçe ve sinirlendikçe o daha da ağırdan alıyordu. Sıra bana geldiğinde her zaman yaptığım gibi “İyi günler” diledim. Pis bir şeye bakar gibi baktı suratıma, cevap bile vermedi bana. Ne bir hoş geldin, ne bir güle güle, tek kelime yok. “Paralel mi ki bu?” diye kendi kendime espri yapıp hafifçe gülümsedim. Bay suratsız ben gülümseyince daha da pis baktı bana. Uzanıp yan kabinlerdeki polis memurlarına göz gezdirdim, “Acaba onlar da böyle mi ki?” diye. Böyleydiler, tüm polis memurları birbirleriyle yarışır derecede suratsızdılar. Diğerlerinin eli benimki kadar ağır değildi ama suratlarının asıklığı benzerdi.


Tam 4 saat sonra Schipol Havaalanının polislerinin karşısındaydım. Güler yüzle karşılandım. “Bugün nasılsınız?” diyerek beni karşılayan polis memuru ziyaretimin sebebini sordu, yanıtladım, hangi trene binmem gerektiğini söyledi. Ziyaretimin iyi geçmesini dileyerek “Hollanda’ya hoş geldiniz” dedi. O sırada yan taraftaki kadın polis önündeki minik çocuğa “Agu gugu” yapmakla meşguldü. Merakla süzdüm hepsini, hepsi gülümsüyordu. Dahası hafta sonu boyunca gördüğüm herkes gülümsüyordu, hiç tanımadıkları bana “günaydın”, “merhaba” diyorlardı. İster istemez gülümsüyordum ben de.


Ülkemin insanlarının mutsuz ve suratsız olmalarından dolayı çok üzgünüm. Sanırım bu durum İzmir’de bu kadar yoğun olmasa da ülkemizin genelinde çok yaygın ve bulaşıcı bir durum. Keşke biz de gülümseyen bir toplum olabilseydik.


Mutluluk gülümseme yoluyla bulaşıyor. Ve ben işte bu yüzden mutlu veya mutsuz ama gülümseyen insanların arasına gitmeyi çok seviyorum.


17 Aralık 2015 Perşembe

Sisam


Kuşadası’nın gün batımlarının vazgeçilmezi,
Milli parktan bakınca 1,5 kilometre ötemizdeki dağların adı,
Ege adaları arasında elimizden en son çıkan,
Gidip bakınca da keşke çıkmasaymış dediğimiz;

Bizim deyimizle; Sisam,
Yunanca adıyla; Samos veya Σάμος


Yazı: Dr. Serra Menekay
Fotoğraflar: Vedat Öncel
Ağustos-2015

Doğu Ege Adaları arasında Patmos’un kuzeyinde, Sakız’ın güneyinde, Kuşadası sahillerinin karşısında ve Dilek Yarımadası Milli Parkından sadece 1,6 km’lik bir boğazla ayrılmış bir adadır Sisam. Antik çağlarda bağları ve şarapları ile ünlü zengin ve güçlü bir şehir devleti olan ada ünlü filozof ve matematikçi Pisagor’un da memleketidir.

Kuşadası’ndan günbatımını seyretmek çok keyiflidir. Güneş denize doğru alçalır ve usulca girer denizin koynuna. Dikkatle dinlerseniz sanki “oh” dediğini duyarsınız güneş denize kavuşurken. İşte bu eşsiz manzaranın sol tarafındaki dik dağlardır Sisam, o manzaranın ayrılmaz parçasıdır. Çocukluğumuzdan beri uzaktan izlediğimiz bu adayı keşfetmeye gidiyoruz Kuşadası’ndan kalkan feribotla.



55 Avro ödüyorsunuz gidiş geliş için. Kuş uçumu 5 km’lik bir seyahat için çok para doğrusu. Yunanistan için almanız gereken vize, pasaport masrafınız ve yurt dışı çıkış pulu derken burnumuzun dibindeki bu adayı ziyaretin bütçesi beklenmeyecek şekilde kabarık aslında. Feribot yaklaştıkça adanın sandığınızdan çok daha büyük olduğunu fark ediyorsunuz.

Aslında 43 km uzunluk, 13 km genişliğiyle 478 km2’lik yüzölçümüne sahip Sisam adası. Oldukça dağlık coğrafyasının yanında verimli ve geniş platolar ve ovalar da barındırıyor. Bu ovalardaki bağlar özellikle muskat üzümü ve şarapları ile ünlü.



Feribot başkent ve adanın en büyük kenti konumundaki Vathi şehrine doğru yanaşırken, şehrin büyüklüğü dikkat çekici. Kaç kişi yaşar bu adada diye merak ederseniz biz söyleyelim; 34 bin kişi. Bu nüfusu ile Yunan adaları arasında dokuzuncu en kalabalık ada niteliğindedir. Kuzeydoğudaki Vathi şehri yanında, Kuzeybatıdaki Karlovassi, Güneydoğudaki Pithagorion ve Güneybatıdaki Marathokampos adanın en büyük ve en önemli şehirleri.

Samos kelimesinin anlamı ne derseniz; Strabo’ya göre “kıyı boyunca yükselen” demekmiş. Samos’un iki büyük dağlar grubunun bu anlama katkısı yadsınamaz. Batıdaki Kerketeas dağlarının en yüksek noktası 1434 metre, ortadaki Ampelos dağlarının en yüksek noktası ise 1095 metre olarak belirtiliyor. Adadaki dağlar Anadolu ile en yakın nokta olan Dilek Yarımadasının karşısındaki Mikali bölgesinde de mevcut ve oldukça dik. Zaten adaya yaklaştıkça dağların sarplığı daha çok dikkatimiz çekiyor. Gümrükten geçip şehre çıkmak kuyruk bekleme ve sadece tek görevlinin çalışıyor olması yüzünden epey zaman alıyor. Sabah 9 da yola çıkıp alt tarafı 2 km ötemizdeki adaya öğleyin ancak ulaşıyoruz. Neyse ki bizim acelemiz yok, bu kez sadece gezmeye geldik ve tam 5 günümüz var bu adada geçireceğimiz.

Vathi’den başlayalım; kıyı boyunca sıralanmış restoranlar, kafeler, oteller ile bir liman şehri Vathi. Bir meydanı ve kıyıdaki kordon boyunun ardında daracık sokakları var. Bir Arkeoloji Müzesi ve bir şarap müzesi bulunuyor şehirde. Arkeoloji müzesi Heraion kazılarıyla gün yüzüne çıkarılmış İyonik çağa ait sanat eserlerini ve antik heykelleri sergiliyor. Bunlardan 5,5 metre yüksekliğindeki Kouros heykeli Yunanistan’ın en büyük Kouros heykeli olması bakımından kıymetli.


Vathi’den motorsiklet kiralıyoruz. Zira bu adayı bir motorsikletin girebildiği her yere girerek gezmek niyetindeyiz. 5 gün için toplam 70 Avro ödeyerek 125 cc’lik bir Vespa’ya atlıyoruz. Bu dik dağları çıkar mı acaba diye tereddüt etmedik dersek yalan olur ama doğru dürüst eşyamız yok ve ağır insanlar değiliz. Vathi’nin içinden batıya doğru yönleniyoruz.

İlk durağımız Kedros oluyor. Manzara müthiş, bu turkuaz denizin bir fotoğrafını çekmeden olmaz.


Adanın kuzey sahili boyunca ilerlemeyi sürdürüyoruz. Sol yanımızda çam ormanları ile süslü dağlar, sağ yanımızda Ege Denizi. Rüzgâr kuzeyli esiyor ve beyaz köpüklü dalgalar deniz kokusunu getiriyor burnumuza. Bazen bir viraj alıyoruz ya da bir tepeye tırmanıyoruz bu kez bir serinlikle birlikte orman kokusu alıyoruz. Cırcır böcekleri olanca gayretleri ile öterek bu gezinin müziğini oluşturuyorlar. Alışık olduğumuz Ege coğrafyasındayız ve mutluyuz. Kokari’de ilk molamızı veriyoruz.

Kokari
                              
Kokari plajında ısmarladığımız köy salatasının üzerine bu adanın harika zeytinyağını boca ediyoruz, işte bu harika bir öğle yemeği. Salatanın yanında köy ekmeği de geliyor. Üzerine bizimkine çok benzeyen ama sanki kahvesi az konmuş birer sade kahve içip seyahate devam ediyoruz. Adanın kuzeyinde Kokari’den sonra batıya doğru sırasıyla Lemonakia, Tsamadou, Avlakia ve Plataniakia plajlarını ziyaret ediyoruz. Ege denizi tüm güzelliği ile ayaklarımızın altında. Sol yanımızdaki dağlar ve orman da çok çekici. Buralarda vaktiniz varsa anayoldan 6 km kadar içeri dağlara doğru girip Manolates’i ziyaret edebilirsiniz. Dar sokakları, mavi panjurlu beyaz evleri, mor şövalye çiçekleri, tahta sandalyeli köy kahvehanesi ve tipik köy meydanı ile Ege’de olduğunuzu bir kez daha hissediyorsunuz. Aslında buradaki tüm dağ köyleri bu şekilde. İşin ilginç yanı neredeyse bütün köyler de dağlarda. Yıllar boyu korsanlara, istilalara, bölgede egemen her devletin işgaline maruz kalan ada halkı kolayca ulaşılabilen kıyı ovalarına değil de, dağların tepesinde ormanların içine veya saklı vadilere kurmuş köylerini. Adanın tarihini biraz okuyunca anlayabiliyor insan bunun mantığını. Dağların ormanlık kısımları çam ağaçlarıyla kaplı, eteklerinde ise geniş zeytinlikler ve bağlar var. Yanı sıra incir, narenciye, nar ve keçiboynuzu ağaçlarını görüyoruz. Akşamsefaları ve sardunyalar her yerde. Mor şövalyeler evlerden sarkıp dekor oluşturuyor. Louradaki ve Piaki üzerinden Karlovasi’ye ulaşıyoruz. Evleri ve sokakları ile klasik bir Ege kasabası burası da. Karlovasi düz ovalık alanları tarıma çok elverişli bir liman şehri. Balıkçılara göz atıyoruz. Aynı bizim balıkçının vitrini gibi.

Karlovasi’den güneye dönüyoruz. Kerketeas ve Ampelos dağlarının arasından Marathokampos üzerinden Ormos’a inip yeniden denizle buluşuyoruz. Artık Güney sahillerindeyiz. Burada hiç dalga yok, durgun denizin kıyısından batıya doğru yol alarak Kambos ve Psili Ammos üzerinden Limnionas’a varıyoruz. Pansiyonumuz burada. İnternetten bulduk, restoranıyla meşhur Galini’de kalıyoruz.

Gallini Pansiyon

Basit, lüksten çok uzak ama temiz ve geniş odalarıyla bizim için yeterli. Bu geniş odaların içerisinde mutfak ta var. Dilerseniz burada deniz güneş tatili yaparken kendiniz kahvaltınızı ya da bazı öğünlerinizi hazırlayabilirsiniz.

Limnionas plajı

Muhteşem Limnionas plajına yürüyerek 3-4 dakika uzaklıktaki yerimiz bir aile işletmesi ve restoranının neden meşhur olduğunu ilk akşam yemeğimizde anlıyoruz. Bizim eski kara fırınlardan var bahçede. Yemekler de, ekmek de burada pişiyor. Üstelik hepsi birbirinden lezzetli. Yemek konusu açılmışken adada midemizin bayram ettiğini belirtmeliyim. Özellikle etler hem kuzu, hem oğlak hem de dana etleri çok lezzetli. Hayvanların serbest otlaması bunda etkilidir sanırım. Ama çok net olarak ifade etmeliyim ki zaten etleri ile çok meşhur olan Teksas ve Brezilya’dan sonra yediğim en lezzetli etler şaşırtıcı şekilde Sisam’daydı. Limonlu dana ve limonlu kuzuyu denemeden gelmeyin sakın.


Vejeteryanlar üzülmesin onlar için de pek çok seçenek mevcut, ne de olsa Egedesiniz. Kabak çiçeği dolmasından tutun da türlüye, kuru fasulyeye, kuru cacık, patlıcan ezme, patlıcan söğürme, mücver, peynir kızartması gibi egenin tüm lezzetlerine adada erişmeniz mümkün. Deniz mahsulü yiyeceğim derseniz balıkların bir özelliği yok. Bizdekinin aynısı, pişirme tekniklerimiz de aynı, soslarımız da. Ama ahtapot ve karides için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Benim gibi Yunan usulü mangalda ahtapot sevenler yaşadı. Bu ahtapot biraz sert olur, kendine has bir lezzeti olur, başka bir şeye benzemez ama pek güzeldir diyenlerdenseniz cennettesiniz! Karides güveçleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, evet bu da bizimkinden çok farklı. Ancak içeriğindeki yoğun feta peyniri bana göre karideslerin tadını almış götürmüş. Bizimki gibi tereyağında kırmızı biberli ve sarımsaklı bir sunumun yanında çok sönük kalıyor. Güveçteki tüm deniz ürünlerine feta peyniri karıştırıyorlar, bence olmasaymış iyiymiş.



Salatalarımız ve mezelerimiz ise neredeyse tamamen aynı. Çok meşhur “Greek salad” iri doğranmış çoban salatasının bir büyük dilim beyaz peynir ve bolca zeytinle sunumu. Ekşi sos veya limon kullanmıyorlar, hafif tuz ve bol zeytinyağıyla pek nefis oluyor. Domateslerin bol güneşle kavrulan lezzetinden mi yoksa zeytinyağının rahiyasından mı bilinmez çok leziz. Yeri gelmişken belirtelim yılın %74’ü güneşli bir Akdeniz iklimi var adanın. Kuşadası’na veya İzmir’e göre çok rüzgârlı ve serin bulduk biz havayı. Güzel bir akşam yemeğinin üzerine örtünerek yatabilmek ve yaz ortasında üşümenin tadını çıkarmak ise oldukça keyifliydi.

Limnionas plajı

Ertesi gün adanın batı kıyılarını keşfetmek için yola çıkıyoruz. Bu kez yol boyunca sağ yanımızda sarp dağlar, sol yanımızda uçurum ve deniz şeklinde bir manzara ile yol alıyoruz. Adanın batı kıyıları oldukça bakir. Egiani, Plaka, Katsouni ve Isidoros koylarına ulaşım çok zor ve buralarda tesis yok. Batıda yer alan Paleochori isimli köy ise terk edilmiş gibi, kedilerden başka bir şey görmüyoruz. Batıdaki bu zorlu yolculuktan çıkardığımız ders şu; yol iyi değilse sonunda da pek bir şey çıkmıyor.

Batı kıyıları

Batı kıyıları

Batı kıyısı boyunca yol alırken burnumuza kekik ve adaçayı kokuları geliyor. Öğleden sonramızı muhteşem Limnionas koyunda denize girerek geçirmeyi tercih ediyoruz. Su serin, dalga yok, denizin dibi balık kaynıyor.


Plajlardaki şemsiyeler için günlük 5 Avro ücret alıyorlar. Sabahtan dolaşıyor ücreti toplayanlar, öğleden sonra gittiğinizde çoğu zaman hiç yanınıza uğrayan olmuyor. Bizdeki park yeri veya plaj bekçileri gibi değil yani. Hâlbuki malum çok fena krizdeler.

Yeri gelmişken belirtmeliyim bu kriz mevzusunu çok anlayabildiğimiz de söylenemez. Hem çok fena krizdeler hem de restoran sahibi öğle yemeği servisimiz yok, akşama gelin olur mu diyebiliyor. Şemsiye parası verelim diye bakınıyoruz, gelen giden olmuyor. Koca adayı motorla kaç kere tavaf ediyoruz ödediğimiz benzin parası 15 Avro’yu bulmuyor. Yarım kilo eti pişirip önümüze koyuyorlar 10 Avro hesap geliyor. Kim krizde, bu nasıl kriz diye soruyor ister istemez insan.

Yazın ise ada nüfusunun pek çoğunun turizmden nasiplendiğini görüyoruz. Kış nasıl geçiyor merak ediyoruz. Ev sahibimiz Dimitri’ye soruyoruz. “Zeytinlerim var, yağ yapıyorum, zeytin yapıyorum. Odun topluyorum, yaza hazırlık yapıyorum. Yağmur varsa bazen akşama kadar hiç evden çıkmıyor yatıyorum, bol bol uzo ve şarap içiyorum, yazın çok çalışıyorum, kışın tatil yapıyorum kısacası” diyor. Adanın meşhur ev şaraplarının koladan ve hatta sudan daha ucuz olduğunu belirtelim yeri gelmişken. Bağı olanlar şarapçılıkla, narenciyesi olan bahçecilikle uğraşıyor. Kuru incir ve badem de adanın gelir getiren tarım ürünleri arasında. Egenin iki komşu ülkesi olarak yakın zamanda seçim var yine ikimizde de. Dimitri’ye soruyorum, ne düşünüyor Çipras hakkında diye “Çok destekledim geçen sefer ama bu kez oy kullanmaya bile gitmeyeceğim, tüm politikacılar aynı, hepsi bencil ve hırsız” diyor. O bizde seçim olacağından habersiz, dolayısıyla bize bu konuda soru sormuyor. Aslında bize hiçbir konuda soru sormuyor. Galiba bu, iyi bir ev sahibinin en çok sahip olması gereken kişilik özelliklerinden biri. Pek rahat hissediyoruz.

Bir sonraki gün güney sahillerini keşfe gidiyoruz. Psili Ammos koyu hem güneybatıda hem güneydoğuda var. Yunanca anlamını merak ediyorum, sözlükten bulamayınca Dimitri’ye soruyorum; ince kum demekmiş. Gerçekten de ince bir kumu var bu plajların.



Psili Ammos- Marathokambos

Kambos bir diğer tekrarlanıp duran plaj adı, onun da anlamını soruyorum; düzlük yer demekmiş. Adanın güneyindeki Kambos plajları çok keyifli, tavernalar da çok manzaralı.


Kambos

Kambos’ta yukarıdan bakıp hayran olduğumuz “Clear Beach”e iniyoruz merdivenlerden, neden bu güzel koyda kimse denize girmiyor ki diye sorarak kendimize. Aşağı inip atıveriyoruz kendimizi suya ve anlıyoruz nedenini. Foça’ya, Akçay’a, Ayvalık’a, Ören’e soğuk diyerek ne büyük haksızlık etmişiz bunca yıl. Bu kadar mı soğuk olur Ağustos ayında Ege’nin ortasında denizin suyu! Parmak uçlarımız uyuşuyor bir dakika içinde. Meğer orada bir kaynak varmış, dağların tatlı suyu buradan denize karışırmış, ondan böyle berrak olan bu sahile “Clear Beach” derlermiş. Ne bilelim, ama öğreniyoruz böylece.


Clear Beach-Kambos-Marathokambos

Ormos bu sahildeki bir diğer durağımız. Tipik bir sahil kasabası olan Ormos’ta küçük bir de liman var. Burada hem çok hoş kafeteryalar, tavernalar hem de pansiyon ve butik oteller bulmanız mümkün.

Ormos-Marathokambos

Ormostan sonraki durağımız Balos Koyu. Bu koya da bayılıyoruz doğrusu. Pırıl pırıl taşlı ve berrak denizi ile bize pek sevdiğimiz Karaburun’u hatırlatıyor.




Daha ilerideki plajlar arasında Balos kadar güzeline rastlamıyoruz. Zaten yollar daralmaya başlıyor, asfalt bitiyor, Peri koyundan sonra batıya geri dönüyoruz. Yol üzerinde Koumeika’da durup köy kahvesinde soluklanıp manzaranın tadını çıkarıyoruz.


Koumeika

Adanın doğusu bir başka günün konusu. Aslında tarih boyunca yerleşim adanın doğu tarafına olmuş. O yüzden biraz adanın tarihini de okuyarak hazırlık yapıyoruz gezimize.

Antik çağda İyon kültürünün ve lüks yaşantısının merkezlerinden olan ada özellikle şarapları ve kırmızı çanak çömlekleri ile ünlüymüş. Bu dönemden kalma Tanrıça Hera Tapınağı- Heraion kalıntıları adada Pithagorion’da bulunuyor. Samos İyonik dönemde Efes ve Miletos gibi 12 İyon şehrinden biriymiş. MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda Miletos ile olan güç savaşları tarihte önemli yer tutuyor, meraklısı bilir. Ada ticaret yollarına yakın coğrafi konumu nedeniyle ticaret merkezi haline gelmiş ve tarih boyunca önemli olmuş.


MÖ 6. yüzyılda adayı yöneten meşhur kral Polikrates Kastro dağındaki tüneli Samos’un antik başkentine su taşımak için inşa ettirmiş. Mühendis Eupalinos tarafından yapılan tünel onun adını taşıyor. Yaklaşık 1 km uzunluğundaki Eupalinos tüneli antik çağ mühendisliğini göstermesi ve tarihteki en eski tünellerden biri olması nedeniyle önemli kabul ediliyor. Tünel de antik başkent Pithagorion’da ve UNESCO Dünya Mirası Listesinde. Yazık ki biz tüneli ziyaret edemiyoruz çünkü bakım ve onarım çalışması nedeniyle kapalıymış. Onun yerine tünelin yakınındaki bir kiliseye tırmanıp fotoğraf çekiyoruz. İşte Pisagor’un memleketi antik çağda Sisam’ın başkenti Pithagorion:
Bu da kilisenin yanı başındaki mağara;


Pithagorion şehrinin meydanında Pisagor için dikilmiş bir de heykel var: tabii ki ünlü Pisagor teoremini konu eden bir heykel bu. Hatırlayın bakalım, neydi Pisagor teoremi?




Pithagorion

Ada yıllar boyunca tarihte bölgede gücü ele geçirenlerin saldırılarına maruz kalmış, çeşitli uluslar tarafından yönetilmiş, bağımsız olmuş, demokrasinin beşiği ilan edilmiş, oligarşi altında varlığını sürdürmüş. Korsanlardan ve vebadan çok çekmiş. Osmanlı yönetimi altındayken adanın nüfusunun yeniden arttırılabilmesi için çok çaba harcanmış, 7 yıl vergi affı, destek krediler gibi yardımlarla adaya göç özendirilmiş ve ada nüfusunun 17. yüzyılda yeniden 10 bin kişiye ulaşması sağlanmış. Sisam Rodos sancağının bir parçası olarak Osmanlı tarafından uzun süre yönetilmiş. Sonra Ruslar, tekrar Osmanlı, bağımsızlık, İtalyanlar, Almanlar derken en son 1944 yılında Yunanistan’a bağlanmış. Dolayısıyla herkesin biraz izini bulmak mümkün adada.

Doğu turumuzdaki en önemli duraklarımızdan biri olan Pithagorion’u etraflıca geziyoruz. Adanın antik çağda başkentliğini yapmış olan bu şehirde bir arkeoloji müzesi de var. Adanın doğusuna doğru seyahat ederken dağ yollarında içlerinden geçtiğimiz Pirgos ve Koumadarei köyleri tipik dağ köyleri. Bu bölge balcılık ve seramik işçiliği ile meşhur. Yol kenarında bulunan atölyelerde durabilir, hediyelik eşya alabilir ve Pisagor’un herkese eşit şarap sunabilmek için tasarladığı seramik bardağın sırrını öğrenebilirsiniz. Sonra Havaalanının bulunduğu Hora şehrine ve Pototaki plajına varıyoruz. Buralar daha turistik bölgeler, çünkü buraya ulaşım daha kolay.

Adanın doğusunda da eşsiz plajlar var. Buralarda pek çok Türk’e rastlıyorsunuz, restoranlarda ikinci lisan Türkçe oluveriyor. Zira adanın Türkiye’ye en yakın kısmındayız. İlk durağımız Mikali Koyu, koyun karşısındaki dağlar ise Dilek yarımadası



Buradaki Psili Ammos plajı da güzel ama oldukça kalabalık. Bu arada yol boyunca Yunan askeri ile Türk askerinin karşılıklı beklediği Mikali boğazını da görüyorsunuz. Aramızdaki mesafe sadece 1,6 km burada.


Biraz daha doğudaki Klima ve Posidonia koylarına ulaşabilmek için hiç üşenmeden yolların tümünü zorluyoruz. Bu plajları da çok beğeniyoruz. Buralar doğası bakımından bizim Dilek yarımadası milli parkımızın aynısı. Ormanı da plajları da denizi de aynı.
Zaten karşısı milli park


Posidonia yollarında yaya olarak güneşin altında çoluk çocuk yürüyen perişan haldeki Suriye’liler ile karşılaşıyoruz. Bunlar botlarla insan kaçakçıları vasıtasıyla mı buralara geldiler diye düşünürken doğuya bakan minik koylardan Sideras koyuna girince Suriye’lilerin nasıl geldiğini anlıyoruz:
Sideras koyunda karaya çıkan Suriye’lilerden arta kalan can yelekleri



Adanın doğusundaki son durağımız Kerveli Koyu. Burası da harika denizi ve güzel restoranlarıyla mutlaka gidilmesi gereken yerlerden biri

 Kerveli Koyu
 Kerveli Koyu

Adadaki en son günümüzü plaj ve denize ayırdıktan sonra fabrika ayarlarımıza geri dönmüş olarak turumuzu tamamlıyoruz.


Feribota binmek için gümrüğe geldiğimizde yerlerde yatan yüzlerce Suriye’liyi görmek yüreklerimizi burkuyor. Çocuklarına güvenli bir gelecek bulabilmek için bunca rezilliğe katlanan bu insanların Avrupa’ya buradan ulaşmış olmalarına seviniyoruz bir yandan. Bu coğrafyanın onlara tek kucak açanı bizim ülkemiz olmamalı elbette. Çünkü bu Ortadoğu politikasını tek başımıza biz yaratmadık.
Feribotla geri dönerken Güvercinada gün batımında bizi selamlıyor